Merhametsizce, tekrar hayata ve sefalete çağırmışlardı beni. İlk duygum, kendimi böyle açıkta bulmaktan doğan salakça bir şaşkınlık oldu; ama bu duygu az sonra yerini acı bir yeise devretti; hâlâ hayatta oluşumun üzüntüsünden ağlıyordum neredeyse. Ben uyurken yağmur yağmış, elbiselerim sırsıklam olmuştu; ayazı kollarımda bacaklarımda hissediyordum. Karanlık daha da koyulaşmıştı; karşımdaki polisin yüz hatlarını güçbela seçebiliyordum.

- Haydi, kalkın artık!, dedi.

Derhal kalktım, tekrar yatmamı emretseydi ona da peki derdim. Çok bitkindim; üstelik adeta o anda açlığı yeniden duymaya başlamıştım.

- Az dur, sersem!, diye seslendi polis ardımdan. "Şapkanızı almadan gidiyorsunuz. Ha şöyle, şimdi gidebilirsiniz."

Dalgın bir biçimde kekeledim:

- Benim de içimde bir his, sanki bir şey unutmuşum.

- Teşekkür ederim, iyi geceler!

Sallanarak yürüdüm. İnsanın birazcık ekmeği olsa! Sokaklarda ısıra ısıra gidebileceği, bir küçük nefis çavdar ekmeği! Hem yürüyor, hem de bu en iyisinden çavdar ekmeğim hayal ediyordum; şimdi yemesi ne hoş olurdu! Açlık iflahımı kesiyordu; ölmeyi, yok olmayı özledim, duygulandım, ağladım. Sefaletim bir türlü tükenmek bilmiyordu! Ansızın sokağın ortasında durdum, vurdum ayağımı yere, bastım küfrü. Ne demişti bana o? Sersem ha? Bana sersem demek nasılmış, gösterirdim ben o polise! Dönüp, gerisin geri koşmaya başladım. Öfkemden ateş püskürüyordum. Caddenin aşağısında ayağım takıldı, yere düştüm, ama aldırmadım buna, hemen kalkıp yine koştum. Fakat istasyon meydanının orada, artık o derece yorulmuştum ki, daha aşağılara, limana gitmeye takat bulamadım kendimde; koşarken kızgınlığım da geçmişti zaten. Sonunda soluk soluğa durdum, derin nefes aldım. Öylesine bir polisin sözünün ne kıymeti vardı sanki? - Evet ama. her şeyi de sineye çekecek değilim ya! - Şüphesiz, diye kendim, kendi sözümü kestim. Eh işte, onun da anlayışı o kadar! Bu mazur göstermeyi tatminkar buldum; onun anlayışını da; eh işte o kadar olduğunu, kendime bir daha tekrar ettim. Sonra da geri döndüm.

Yağmurlarla ıslanmış bu caddelerde, gece yarıları, bir deli gibi koş, işin yoksa! Açlığın kemirişleri dayanılmaz bir hal alıyor, bende rahat huzur bırakmıyordu. Karnımı hiç değilse böyle doyurayım diye, tekrar tekrar tükürüğümü yutuyor, faydasını göreceğe de benziyordum. İş bu noktaya gelene kadar son haftalarda yiyecekten yana günlerim pek nasipsiz geçmiş, şu son zamanlarda enikonu kuvvetten düşmüştüm. Şansım yaver gitse de, şu veya bu manevra sayesinde elime beş kron geçirsem bile, bu para, yeni bir açlık devresi üzerime çullanmadan tamamen kendime gelebilmeme kadar, dayanmazdı bana. Asıl ne oluyorsa sırtımla omuzlarıma oluyordu; katı katı öksürecek yahut öne fazla eğilmiş yürüyecek olsam göğsüme saplanan burgunun acısına yine de bir an dayanabiliyor, ama sırtımla omuzlarımın sancısına aciz kalıyordum. Bahtınım hep kapalı oluşuna sebep neydi acaba? Yaşamak, başkaları kadar benim de hakkım değil miydi? Eski kitapçı Pascha, sevkiyatçı Hennechen kadar? Yoksa omuzlarım mı yoktu bir devin omuzlan gibi; iki kuvvetli kolum mu yoktu çalışmak için? Günlük ekmeğimi kazanmak için, Möller caddesinde odun yarıcılık bile aramamış mıydım? Tembel miydim? İş bulmak için didinmemiş, üniversite derslerine devam etmemiş, gazete makaleleri yazmamış, gece gündüz deli gibi okuyup çalışmamış mıydım? Bir cimri gibi yaşamamış, param fazlaca oldu mu ekmek ve sütle, param az olunca kuru ekmekle kanımı doyurmamış mıydım? Hiç parasız kalınca açlığa katlanmamış mıydım? Otellerde mi oturmuş, ilk katlarda ayrı daireler mi tutmuştum? Bir izbede; şu son kış içeriye yağan karlarla, bütün dünyanın boşlayıp kaçtığı bir teneke atölyesinde barınıyordum. Bütün bu olup bitenlerden, artık hiç bir şey anlayamıyordum hiçbir şey:

Yoluma devam ederken hep bunları düşündüm; aklımda garazın yahut kıskançlığın yahut kıskançlığın zerresi yoktu, zerresi...

Bir boyacı dükkanı önünde durdum, camdan içeri baktım, kapalı kutuların etiketlerini okumak istedim, fakat karanlıktı çok. Aklıma esen bu yeni hevesten ötürü kendi kendime içerleyerek, kutularda neler olduğunu öğrenemeyişime kızarak cama bir vurdum, yoluma devam ettim, ilerde bir polis gördüm, adımlarımı hızlandırdım, doğruca yanma gittim, damdan düşer gibi: "saat on!" dedim.

- Hayır!, cevabım verdi polis, şaşırmış. "saat iki" dedi.

- Saat on!, dedim. "Saat on" Hırsımdan inleyerek bir iki adım daha attım, elimi yumruk yapıp: "Bunu biliniz ki, saat ondur" dedim.

Durdu, bir müddet düşündü, dikkatle baktı bana; afallamıştı. Sonunda gayet sakin: "Saat kaç olursa olsun, evinize gitmenin tam vakti!" dedi. "Ben sizi götüreyim mi?" Bu dostluk karşısında teslim oldum; gözlerimin yaşardığım hissettim, hemen cevap verdim:

- Hayır, teşekkür ederim. Dışarılarda geciktim biraz, bir kahvedeydim.