Karşısındakine cevap hakkı tanır. Öyle çekip gidilmez. Yo, hayır, çocukça bir şey. Saçma olan tek varsayım bu." Bununla birlikte, her gün, sabah zili çaldığımda Albertine'i evde bulunca, müthiş rahatlamıştım. Françoise Albertine'in mektubunu verdiğinde de, o imkânsız olayın, korkmamak için mevcut mantıklı sebeplere rağmen, bir bakıma günler öncesinden sezdiğim o gidişin gerçekleştiğini hemen anlamış, hiç kuşku duymamıştım. Bunu, o çaresizlik içinde neredeyse basiretimden tatmin duyarak, yakalanmasının imkânsız olduğunu bildiği halde korkan ve kendisini çağırtan sorgu yargıcının önündeki dosyanın üzerinde kurbanının adını gören katil gibi anlamıştım. Tek umudum, Albertine'in Touraine'e, teyzesinin evine gitmiş olmasıydı; orada yine de denetim altında sayılırdı, onu geri getirtinceye kadar pek fazla bir şey yapması mümkün olmazdı. En büyük korkum, Paris'te kalmış veya Amsterdam'a ya da Montjouvain'e gitmiş olması, yani hazırlık safhası gözümden kaçmış bir entrika çevirmek üzere kaçıp gitmiş olmasıydı. Ama Paris'i, Amsterdam'ı, Montjouvain'i, yani çeşitli yerleri düşünürken, sadece birer ihtimal olarak düşünmüştüm; dolayısıyla, Albertine'in kapıcısı, Touraine'e gittiğini söylediği zaman, gitmesini istediğimi sandığım bu kent, bana her yerden daha korkunç göründü, çünkü gerçekti, çünkü o ânın kesinliği ve geleceğin belirsizliği içinde kıvranarak, Albertine'in belki uzun bir süre, belki de temelli benden ayrı yaşamak istediği bir hayata başlayışını, ilk kez gözünde canlandırıyordum; bu hayatta, eskiden sık sık kafamı kurcalamış olan o bilinmezliği gerçekleştirecekti, halbuki o zamanlar bu bilinmezliğin dış kabuğunu, o anlaşılmaz, tutsak ve sevimli çehreyi elimde tutma, okşama mutluluğuna sahiptim. Aşkımın özünü oluşturan şey, bu bilinmezlikti.
Albertine'in evinin önünde, iri gözleriyle beni seyreden yoksul bir kız çocuğu buldum; o kadar iyi huylu görünüyordu ki, sadık bir köpekmiş gibi evime çağırdım onu. Teklifime sevinmiş göründü. Evde bir süre onu kucağımda salladım, ama az sonra, Albertine'in yokluğunu bana fazlasıyla hissettirdiği için, varlığına tahammül edemez oldum. Eline beş yüz frank sıkıştırıp gitmesini söyledim. Bununla birlikte, kısa bir süre sonra, evde bir başka kız çocuğu bulundurma fikri, yani asla yalnız, masum bir varlığın desteğinden yoksun kalmama fikri, Albertine'in uzunca bir müddet dönmeyebileceği düşüncesine katlanabilmemi sağlayan tek hayal oldu.
Albertine'in kendisine gelince, içimde sadece bir isim olarak yer alıyordu neredeyse; bu isim, bazı ender uyanış anları dışında gelip beynime kazılıyor ve hiç silinmiyordu. Yüksek sesle düşünsem, sürekli bu ismi tekrarlardım, ağzımdan dökülen sözler, bir kuşunki kadar tekdüze ve sınırlı olurdu; eskiden insanken kuşa dönüşen ve ötüşü, bir zamanlar sevdiği kadının isminin aralıksız tekrarından ibaret olan masal kuşuna benzerdim. O ismi kendi kendimize söyler ve yüksek sesle telaffuz etmediğimizden, adeta içimize yazarız; isim beynimizde bir iz bırakır sanki, sonunda beynimiz, üzerine yazılar çiziktirilmiş bir duvar gibi, sevdiğimiz kişinin binlerce kere yazılmış adıyla tamamen kaplanır. Mutluyken bu ismi zihnimize sürekli yazar, bedbahtken daha da çok yazarız. Zaten bildiğimiz şeyden fazlasını bize vermeyen bu ismi tekrarladıkça, sürekli yenilenen bir tekrar ihtiyacı duyarız, ama sonunda bir bıkkınlık çöker üzerimize. O sırada, tensel haz aklımdan bile geçmiyor, benliğimi altüst eden Albertine'in sureti gözümün önünde canlanmıyordu, bedenini algılamıyordum; acımla bağlantılı olan düşünceyi –böyle bir düşünce daima vardır– ayıklamak istesem, münavebeli olarak, dönme niyeti olsun ya da olmasın, niçin gittiğine dair şüphelerim ve onu geri getirtmenin çareleri çıkardı ortaya. Kaygılarımızda, bu kaygılara sebep olan kişinin minnacık bir yer kaplaması, içinde bir gerçeklik, bir simge barındırır belki de. Gerçekte, o kişinin şahsı pek önemli değildir; asıl önemli olan, bir zamanlar tesadüfen onunla ilgili olarak yaşadığımız ve alışkanlığın ona bağladığı duygu ve yürek daralmaları sürecidir. Söz konusu kişiyi görmek ya da görmemek, onun bize değer verip vermemesi, emrimize amade olup olmaması, meseleyi, o kişiden bağımsız olarak düşünmek zorunda kalmayacağımız zaman (mesele aklımıza gelmeyecek kadar anlamsızlaştığında) ilgimizi bile çekmeyecektir; bu da, o kişinin kendisinin önemli olmadığını açıkça (mutluyken yaşadığımız sıkıntıdan da çok) kanıtlar, çünkü duygu ve yürek daralmaları süreci unutulmuştur, en azından o kişiyle bağlantılı değildir, aynı süreç tekrar gelişebilir, ama bir başkasına devredilmiştir. Daha önce, süreç henüz ilk kadına bağlıyken, mutluluğumuzun da onun şahsına bağlı olduğunu zannederiz; oysa mutluluğumuz sadece kaygımızın bitişine bağlıdır. Demek ki o sırada bilinçdışımız, bekleyişe bir son vermek için sevdiğimiz kadını bulmanın bir ölüm kalım meselesi haline gelebildiği korkunç dramın içinde, sevilen kadını minicik bir figür, hattâ belki unuttuğumuz, yanlış tanıdığımız, vasat sandığımız bir figür haline getiren bilinçdışımız, bizim kendimizden daha basiretlidir. Kadın figürünün minik boyutları, aşkın gelişiminin mantıklı ve zorunlu sonucu, o aşkın öznel niteliğinin açık bir simgesidir.
Albertine'in gitmeye karar verişi, bir milletin, diplomatik eylemlerine hazırlık olarak ordusuna gösteri yaptırmasına benziyordu herhalde. Sırf benden daha iyi koşullar, daha fazla özgürlük ve konfor koparabilmek için gitmiş olmalıydı. Bu durumda, bekleyecek gücü kendimde bulabilsem, Albertine'in, hiçbir şey elde edemediğini görüp kendiliğinden döneceği âna kadar sabredebilsem, kazanan ben olurdum. Ama sadece kazanmanın önemli olduğu iskambil oyunlarında ve savaşta, blöfe karşı durabilsek de, aşkın ve kıskançlığın, hele hele acının yarattığı koşullar çok farklıdır. Beklemeye, "dayanmaya" karar verip, Albertine'in günler, belki haftalar boyu uzağımda kalmasını kabullendiğim takdirde, bir yılı aşkın bir süredir güttüğüm amaca, yani onu bir saat bile serbest bırakmama hedefine aykırı davranmış olacaktım. Beni istediği gibi aldatacak zamanı ve imkânı ona sağlayacak olursam, bütün önlemlerim boşa gidecekti; Albertine sonunda teslim olsa da, yalnız kaldığı zamanı ben unutamayacaktım; sonunda galip gelsem de, geçmişte, yani geri dönüşsüz biçimde yenilmiş olacaktım.
Albertine'i geri getirtme çarelerine gelince, daha iyi koşullarla geri çağrılma umuduyla gittiği varsayımı ne kadar akla yakınsa, bu çarelerin sonuç verme ihtimali de o kadar yüksekti.
1 comment