Çevresinde yaşam alay edercesine tekdüze bir biçimde sürüyordu; ara sıra yoldan geçenlerin belli belirsiz gürültüsü bir an için çektiği korkunç yalnızlığı siliyordu, ama sonra yeniden, yalnızca rüzgârın uğultusunun ve dalların çıtırtısının doldurduğu saatler bekliyordu onu. Görünmez hapishanesinin parmaklıklarını sökmek için gelen olmuyordu; savaş alanında, bomboş gökyüzüne karşı inleyen bir yaralı gibi yatıp kaldı, yükselen güneşin altında nemli nemli yanan ormanda, yorgun elleri ve alev alev alnıyla yatıp kaldı.
Saatlerce işkence çektikten sonra, sonunda güneş daha yatay vurmaya başladı. Akşam indi, akşamla birlikte albay umarsızlık içinde kararını verdi. Bir çırpıda giysilerinden sıyrıldı, onları karanlığın içine fırlattı. Sonra, öldürdüğü İspanyol’un ölüsünün yüzüstü yattığı yerdeki birbirine girmiş yaprakları eliyle yokladı. Cesedi oturttu, giysilerini birer birer çıkardı üstünden, ölümle kasılıp kalmış elinden de kanlı atkısını yırtarcasına çekti. Aldığı bu son, vazgeçilmez karara uyarak ve hiçbir korku duymadan İspanyol’un giysilerini giydi, henüz kurumamış kan lekesinin genişçe yayıldığı pelerini de sırtına attı. İşte böyle kaçacak, ekmek dilenecekti; bedenini paramparça eden ateşi söndürecek, bu dehşet ağından, bu ölüm ormanından kendisini kurtaracaktı. Artık bir hayvan gibi, açlık ve korku içinde, cesetlerin yanında yaşamak istemiyor, insanların yanına, birliğine, imparatoruna dönmek istiyordu, bunların bedelini onuruyla ödeyecek olsa da. Üniformasını bir ceset gibi terk edilmiş görünce boğazına bir hıçkırık tıkandı, bu üniformayı tam yirmi savaşta giymiş, karnında çocuğunu taşıyan anne gibi o da bu üniformayla tek beden olmuştu. Ama çektiği açlık onu yola, batıya doğru itti. Son bir kez, veda edercesine arkasına baktığında gözyaşlarının arasından, parlayan bir göz gördüğünü sandı. Napoléon’un savaş alanında taktığı madalyaydı gördüğü. Onu burada bırakamazdı. Kanlı hançeriyle madalyayı elbiseden kopardı ve cebine attı. Ve sonra yürüdü, öne atıldı, koştu, yola doğru fırladı.
Ormandan aşağı yukarı bir mil kadar uzakta küçük, tenha bir köy bulunduğunu biliyordu. Bölüğü orada mola vermişti, açlık içini parçalar ve kanı şakaklarında zonklarken, atlara su verdikleri alanda yuvarlak bir çeşme olduğunu hatırlar gibi oldu. İspanyolların esmer yüzleri de gözlerinin önüne geldi, duydukları kini güçlükle bastıran o adamların yüzleri; ama açlık duygusu bütün bunları bastırdı, sildi. Karanlığa gömülmüş olan yolda neredeyse tökezleyerek koştu; şapkasıyla yüzünü örtmüş, koşarken kabaran açlığını bastırabilmek için durmadan koşuyordu, soluk soluğa koştu da koştu, sonunda karanlığın içinden şekiller belirdi, çöken akşam bulutlarının içinden kibrit kutusu gibi küçük evler göründü. Ağır adımlarla alana gitti ve önce köpüre köpüre akan suyu midesine indirdi, ellerini ve yanan alnını hırsla suyun altına tuttu. Bitmek bilmeyen saatlerden sonra ilk kez. Kısa süren bir rahatlama sardı içini. Ama az sonra, midesindeki açlık duygusu yeniden bir yumruk gibi sertleşince albay, gördüğü ilk kapıya yöneldi. Yıkık dökük kapıyı çekinerek tıklattı. Sarı yüzü kırış kırış, yaşlı bir kadın kapıyı azıcık aralayarak kötü bakışlı, kuşkulu gözlerini albaya dikti. Hiç konuşmadan dudaklarını işaret eden albay yalvarır gibi bir hareket yaptı. O anda asker yüreği ölmüş, yukarıdaki ormanda kılıcı ve giysileriyle birlikte gömülmüştü. Kadın hayır diyerek sırtını döndü ve kapıyı kapamak istedi. Ama evden yayılan yağlı yemeklerin kokusuyla, yanık kokusuyla başı dönen, duyduğu açlıkla artık bir hayvandan farkı olmayan aç adam gururunu bir yana bırakarak, dehşetle geri çekilen kadının kolunu yakaladı, yalvarmak istedi. Gözlerinde çılgınlığın alevi ışıl ışıldı.
1 comment