Gerçek kompozisyonlarımın doğduğu, hayal gücümün havalanıp uçtuğu yerler ise evimizin arazisindeki ağaçların altı ya da yakındaki çıplak dağların kasvetli yamaçlarıydı. Kendimi hiç öykülerimin kahramanı yapmazdım. Söz konusu ben olduğumda, hayat fazlasıyla olağan bir hadise gibi görünüyordu. Kaderimde romantik acılar ya da muhteşem olaylar olduğuna hiç ihtimal vermezdim, fakat kendi kişiliğimle de sınırlı değildim. O yaşta sahip olduğum duygulardan çok daha ilginç bulduğum varlıklarla doldururdum saatlerimi.
Bu dönemden sonra hayatım daha yoğunlaştı ve hayalin yerini gerçekler aldı. Ancak kocam ilk baştan beri ebeveynime layık olduğumu kanıtlamam ve adımı şöhret sayfalarına yazdırmam gerektiğine canıgönülden inanıyordu. Beni sürekli edebiyat alanında şöhret kazanmaya teşvik ediyordu ki şu an konuya tam bir kayıtsızlıkla yaklaşıyor olsam da o zamanlar bunu ben de önemsiyordum. Kocam o aralar dikkate değer bir şeyler üretme düşüncesiyle değil, gelecek vaat edip etmediğimi değerlendirebilmek için benden bir şeyler yazmamı istiyordu. Bense hiçbir şey yapmıyordum. Seyahat ve ailemle ilgili uğraşlar tüm vaktimi alıyordu. Üstüne eğildiğim tek edebî uğraş, onun engin kültürüyle ilintili konularda okumak ve fikir geliştirmekti.
1816 yılının yazında İsviçre'ye gittik ve Lord Byron’ın komşusu olduk. İlk başlarda keyifli vakitlerimizi gölde ya da kıyıda dolaşarak geçiriyorduk. O sıralar Childe Harold’ın üçüncü kıtasını yazmakta olan Lord Byron, aramızda düşüncelerini kâğıda döken tek kişiydi. Yazdıkça bizimle paylaştığı, şiirin ışığı ve ahengiyle bezeli düşünceleri, kudretini hep birlikte hissettiğimiz göğün ve yerin ilahı ihtişamına damgasını vuruyordu.
Ancak ıslak ve keyifsiz bir yaz geçiriyor ve ardı arkası kesilmeyen yağmur yüzünden günlerce eve kapanmak zorunda kalıyorduk. O ara elimize Almancadan Fransızcaya çevrilmiş birkaç hayalet öyküsü geçti. Aralarında History of Inconstant Lover (Hercai Âşığın Geçmişi) da vardı. Bahsi geçen âşık, evlendiği kadını kucakladığını sandığı bir anda kendisini, terk ettiği kadının soluk benizli hayaletinin kollarında buluyordu. Yine bu öykülerin arasında kaderi, yeniyetmeliğe ulaşan neslinin tüm oğlanlarına ölüm öpücüğü bahşetmek olan, günahkâr adamın hikâyesi vardı. Adamın Hamlet’teki hayalet misali, yüzünün alt kısmını açıkta bırakan miğfer dışında tamamen zırhlara bürünmüş heybetli, hayalî görüntüsüne ancak gece yansı, titrek ay ışığının altında, karanlık sokakta ağır ağır yürürken rastlanıyordu. Bu hayal, kale duvarlarının kıyısında gözden kayboluyor, ancak neden sonra aralanan kale kapısının gıcırtısı duyuluyordu. Ardından ayak sesleri ve açılan oda kapısının gıcırtısı işitiliyor, hayalet mışıl mışıl uyuyan çocukların yatağına doğru ilerliyordu. Eğilip çocukları alınlarından öperken yüzünde sonsuz bir keder beliriyor, öpülen çocuklar ise o andan itibaren dalından koparılan çiçekler gibi solup gidiyorlardı. Bu öykülere o zamandan beri hiç rastlamadım, ama her biri zihnimde dün okunmuşçasına taptaze yaşıyor.
Bir gün, “Hepimiz bir hayalet öyküsü yazalım,” dedi Lord Byron ve teklifi kabul edildi. Dört kişiydik. Büyük şair kendi öyküsünü anlatmaya başladı ve öykünün bazı kısımlarını “Mazeppa” adlı şiirinin sonuna ekledi, öykü uydurmak yerine duygu ve düşüncelerini muazzam bir hayal gücünün ışığı altında ve dilimizi güzelleştiren en melodik mısraların müziğiyle aktarmaya meyilli olan Percy Bysshe Shelley ise gençliğinde yaşadığı bir tecrübeyi aktardı. Zavallı Polidori’nin de (ne olduğunu unuttum ama tabii çok şaşırtıcı ve yanlış bir şeyi) gözetlemek amacıyla bir anahtar deliğinden baktığı için cezalandırılarak kafası iskelete çevrilen bir kadına ait felaket bir öyküsü vardı, öyküdeki kadın meşhur Coventry’li Tom’dan da beter bir duruma düşünce, Polidori de çaresizlik içinde onu layık olduğu yere, Capulet'lerin mezarına gönderdi, öykünün yavanlığından benim kadar rahatsız olan ünlü şairlerimiz, bu sevimsiz uğraştan hemen vazgeçti.
Ben ise bize bu işe kalkışma şevkini aşılayan öykülere rakip olabilecek türden bir öykü düşünmekle meşguldüm. Tabiatımızın esrarengiz kaygılarını dile getirecek, içimizde dehşet uyandıracak bir öykü. Okuyanı etrafına bile bakmaktan korkutacak, insanın kanını dondurup kalp atışlarını hızlandıracak bir öykü. Bunları başaramadığım takdirde hayalet öyküm ismine layık olamayacaktı. Uzun uzun düşündüm ama boşuna.
1 comment