Sesi, umutların artık kâr etmediği, bunun için de her şeyden umudunu kesmiş insanlarınki gibi donuk, pütürlüydü. Ama akşamcı lokanta arkadaşım hakkında böyle kesin konuşmakla belki de saçmalamış oluyordum.

Bilmem neden, o günden sonra onunla selamlaşır olduk. Derken, belki de saçma bir tesadüf sonucu, ikimizin de saat dokuz buçukta lokantada bulunduğumuz bir akşam, ağır aksak bir sohbete başladık. Bir ara bana, yazıp yazmadığımı sordu. Evet, dedim. Ona yeni çıkan Orpheu4 dergisinden söz ettim. Dergiye övgüler yağdırdı, hatta göklere çıkardı ki, cidden hayret ettim buna. Şaşırdığımı ona söylemekten de çekinmedim, çünkü Orpheu’da yazanların sanatı, aslında topu topu üç beş okura hitap eden cinstendi. Belki bu okurlardan biri de benimdir, dedi. Hem zaten o sanatın önünde yeni bir kapı açmadığını da ekledi; ve sonra utana sıkıla, yapacak daha iyi bir şeyi, gidecek bir yeri, görüşeceği dostları olmadığı, okumaktan da fazla zevk almadığı için, kaldığı pansiyonda, akşamları yazı yazarak vakit geçirdiğini söyledi.

Yaşadığı iki odayı –ister istemez bazı temel ihtiyaçlardan vazgeçmek pahasına– pek ahım şahım olmasa da, gene de lüks döşemişti. Üzerine oturulan eşyalara –derin ve yumuşak koltuklar almıştı–, perdelere ve halılara ayrı bir düşkünlüğü vardı. Böylelikle “çektiği acıya saygınlık katacak” bir iç mekân yarattığını söylüyordu. Modern tarzda döşenmiş bir oda da olsa, sıkıntı insanın rahatını kaçırır, fiziksel bir acıya dönüşürmüş.

O güne dek, mecburiyetleri olmamıştı. Çocukluğunda insanlardan uzak durmuştu. Ne bir gruba katılmış, ne de okula gitmişti anlaşılan.5 Asla sürüye dahil olmamıştı. Onun başına, başkalarının da (belki de kim bilir, herkesin) başına gelen gelmişti: Hayatındaki beklenmedik olaylar, içgüdülerine göre, içgüdülerinin çizdiği yolda şekillenmişti – hiç kıpırdamamak, hayattan kopmak yönünde.

Devletin ya da toplumun dayattığı zorunluluklarla uğraşmak zorunda kalmamıştı hiç. İçgüdüsel ihtiyaçlarını bile görmezden gelmişti. Sevgili ya da dost olabileceği insanlara hiçbir nedenle yakınlık duyamamıştı. Onun içdünyasına bir ölçüde de olsa, kabul edilen tek varlık oldum. Bununla birlikte –baştan beri ödünç bir kişiliğin; onun kişiliğinin ardına gizlenerek yaşamış olmam bir yana, dostluğunun samimiyetinden de şüphe duymama rağmen–, günün birinde, kitabını emanet etmek üzere birine ihtiyaç duyacağını sezmiştim, nitekim böyle oldu. İlk başta, onun belli bir niyetle, kitabı yayımlansın diye bana yanaşmış olduğunu fark edince biraz kırıldım doğrusu; gene de bir psikoloğa yaraşan biricik kıstasın penceresinden baktığımda, ilk baştaki umudunu boşa çıkarmadığımı ve hep onun dostu olarak kaldığımı düşününce keyif alıyorum şimdi.

İlginçtir; tesadüfler de denk gelmiş, tam da derdine deva olabilecek, benim gibi bir insanı karşısına çıkarmıştı.

1H.K.

Başlangıç metni

29 Mart 1930

Gençlerin çoğunun Tanrı inancını yitirdiği ve bunu vaktiyle atalarının Tanrı’ya inandığı gibi, yani niye olduğunu bilmeden yaptığı bir zamanda doğdum. Ve insan ruhu düşünmek yerine hissettiğinden, bundan dolayı da doğal olarak eleştiriye yöneldiğinden, bu gençlerin çoğu Tanrı’nın yerine İnsanlığı koydu. Ben ne olursa olsun ait olduğu ortamın hep kıyısında duran ve yalnızca bir parçası olduğu kalabalığı değil, aynı zamanda yanı başındaki büyük boşlukları da görebilenlerdenim. İşte bu nedenle Tanrı’yı onlar gibi büsbütün terk etmedim, ama İnsanlık düşüncesini de kabullenmiş değildim kesinlikle. Düşük bir ihtimal de olsa Tanrı var olabilirdi, bu durumda ona tapmak da gerekebilirdi; İnsanlık ise, adına insan denen bir hayvan türünü ifade eden, basit, biyolojik bir kavram olmaktan öteye gitmiyor, bu nedenle de herhangi bir hayvan soyundan daha fazla hak etmiyordu tapınılmayı. İnsanlık kültü, Özgürlük ve Eşitlik gibi kutsal kavramlarıyla hayvanların tanrı sayıldığı, tanrıların da hayvan kafalı olduğu antik dinlerin dirilmiş hali gibi gelmiştir bana hep.

Tanrı’ya inanmadığımı biliyordum, fakat düpedüz bir hayvan sürüsüne de inanamazdım; böylece ben de bazı insanlar gibi kalabalıkların sınırında, yani halk arasında Çöküş diye tabir edilen o her şeye uzak noktada kaldım. Çöküş, bilinçaltının tamamen yitirilmesi demektir, çünkü bilinçaltı yaşamın temelidir. Kalp düşünebilseydi, atmaktan vazgeçerdi.

Yaşamayı bilmeden yaşayan bizlere (benim ender benzerlerime ve bana), her şeyi reddetmekten başka hayat tarzı, dünyayı seyretmekten başka yazgı kalıyor muydu? Dinle yaşamanın ne olduğunu bilemiyorduk, inanca akıl yoluyla ulaşılamayacağına göre bilemezdik de; insanın bir kenara atılabileceğine inanamıyor, bu açıdan düşününce kendimizi nereye koyacağımızı da bilemiyorduk; bu durumda sahip olduğumuz ruh, hayatı estetiğin gözüyle seyretmekte işe yarayabilirdi ancak. Böylece, dünyaların cafcaflı görüntüsüne yabancı, ilahî olana ilgisiz, insanı hor gören bireyler olarak, kendimizi, boşu boşuna, beyin sinirlerimize uygun düşen karmaşık bir Epikürosçuluğun bağrında serpilmiş amaçsız duygulara bıraktık.

Bilimin yalnızca temel ilkesini, yani her şeyin, bağımsız olarak tepki veremeyeceğimiz katı yasaların hükmünde olduğunu aklımızda tuttuk, ki tepki versek bile bu da ister istemez bu yasaların çerçevesinde gerçekleşirdi ve bunun, varlıkların ilahî bir yazgısının olduğunu söyleyen daha eski ilkeyle harfiyen uyuştuğunu fark ettik; böylece çabalamaktan, didinmekten vazgeçtik, tıpkı çelimsizlerin atletlerle aynı tempoda çalışmaktan vazgeçmesi gibi; ve hissedilenlerin yazıldığı kitaba eğilerek ona, yaşanmış derin bilginin tedirginliğini kattık.

Hiçbir şeyi ciddiye almaksızın, duygularımız dışında hiçbir şeyin gerçekliğinden emin olamayacağımızı aklımızdan çıkarmaksızın, bilinmeyen uçsuz bucaksız topraklar gibi yokladık duyguları, içlerinde bir sığınak aradık. Yalnızca estetiğin titiz seyircisi olmakla yetinmeyip seyrettiklerimizin hallerini ve sonuçlarını ifade etmek için çabaladık gerçi, ama kimselerin aklını çelmeye ya da iradesini etkilemeye niyetlenmeden kaleme aldığımız yazılar ya da dizeler, alt tarafı yüksek sesle, kendi kendimize okuduğumuz yazılar olarak görülebilir, amacımız okumanın verdiği öznel zevki tam olarak nesnel hale getirebilmekti.

Her yapıt kusurlu olmaya mahkûmdur, bunu çok iyi biliyoruz ve estetik açıdan, en az kendi yazdıklarımızı gönül rahatlığıyla seyredebiliriz.