Hepsi boş bunların. Boşluğun ötesinde, mağazanın düzenli tezgâhları, bir o kadar tertipli tezgâhtarları, insanoğlunun düzeni ve sıradanlığın huzuru Rua dos Douradores’e8 kadar sıra sıra dizilmiş. Farklı bir dünyanın gürültüsü cama vuruyor, fakat farklı gürültü de bayağı; tıpkı tezgâhların yanı başında dikilen huzur gibi.
Tazelenmiş gözlerimi ak sayfalara indiriyorum; özenle yazdığım rakamlar işlerin sonucunu kaydetmiş bile. Ve kendime sakladığım bir gülümsemeyle, beyaz boşluklarla, cetvelle çizilmiş çizgilerle, süslü yazılarla, rakamlarla, kumaş markalarıyla doldurulmuş bu sayfaları barındıran hayattan, bir yandan da her çağda büyük denizcilerin, büyük azizlerin ve şairlerin de gelip geçtiğini düşünüyorum; dünyaya değer kazandıran her şeyin dışına sürülmüş bu büyük kalabalığı, tek bir satırla olsun anan yok.
Üzeri rasgele bir kumaşla kaplanmış bu sicil defterinde, önümde Hindistan’ın ve Semerkant’ın kapıları açılıyor ve aslında hiçbir ülkeye ait olmayan İran şiiri, üçüncü dizesi uyaksız rubaileriyle, sıkıntıma uzaktan destek oluyor. Ben ise, hiç hatasız yazıyor, topluyorum; ve bu dünyada yaşayan bir büro çalışanının uysal elinden çıkan yazılar, satır satır diziliyor.
(Solução Editora dergisinde yayımlanmıştır;
sayı 4, yıl 1929)
6
Hayattan çok az şey istedim – ama o, o kadarını bile esirgedi benden. Azıcık güneş, kırlar, bir lokma ekmek bir lokma huzur, canımı fazla yakmayacak bir yaşama bilincim olsun ve bir de ne kimseye muhtaç olayım ne el âlem bana muhtaç olsun. Bu kadarı bile esirgendi benden, hani yüreğimizin katılığından değil de, paltomuzun düğmelerini açmaya üşendiğimiz için dilenciyi başımızdan savarız ya, işte o şekilde.
Huzurlu odamda, kederler içinde yazıyorum, şimdiye kadar olduğum, bundan sonra da olacağım gibi yapayalnızım. Merak ediyorum, acaba görünüşte pek bir değeri olmayan sesim, binlerce sesin özünü, binlerce hayatın kendini anlatmaya olan susuzluğunu, gündelik yazgısı içinde faydasız hayallerin, iz bırakmayan umutların tutsağı olmuş benimki gibi binlerce ruhun sabrını temsil ediyor olabilir mi.
Böyle anlarda, onunla aynı hamurdan olduğumu kavrayan kalbim daha hızlı atıyor. Daha çok yaşıyorum, çünkü daha büyük yaşıyorum. Benliğimde dinsel bir güç, bir tür dua, hatta bir çığlık hissediyorum. Bana karşı tepki yukarıdan, zihnimden geliyor... Kendimi Rua dos Douradores’te, dördüncü kattaki dairemde, uykudan ağırlaşmış ben’i izlerken görüyorum; önümde duran yarı dolu kâğıttaki güzellikten yoksun, boş varlığıma, ucuz sigaraya – eskimiş sümenin üzerinde uzun uzadıya anlattığım bütün bu şeylere bakıyorum. Yukarıda, dördüncü katın tepesinden, yaşamı sorgulayan ben! Başkalarının ruhlarının ne hissettiğini açıklayan ben! Dâhiler ve ünlüler gibi nesirler yazan ben! Buradaki benim, ne eksik, ne fazla!..
7
Bugün, sık sık yaptığım gibi düş kurdum, hayatımın tinsel tarafı büyük oranda bu amaçsız ve değersiz düşlerden oluşur. Rua dos Douradores’ten, patronum Vasques’ ten, muhasebeci Moreira’dan, jilet gibi takımlar giyen şirket çalışanlarından, ayak işlerine bakan çocuktan, üniformalı uşaktan ve kediden bir daha geri dönmemek üzere ayrıldığımı tahayyül ettim. Adeta zincirlerimi kırmıştım, sanki bütün güney denizleri keşfedilmek üzere büyülü adalarını sermişti önüme. Bundan böyle gönül rahatlığıyla kendimi sanata verebilir, varlığımı zihinsel açıdan tamama erdirebilirdim.
Ama birden, hatta daha düşüncelerimde yüzerken –kısacık öğle tatilinde, bir kafede oluyordu bu–, bir rahatsızlık duygusu düşüme saldırıverdi: Acı çekerdim, diye düşündüm. Evet, fazla söze gerek yok: Acı çekerdim. Patron Vasques, muhasebeci Moreira, veznedar Borges, çevremdeki tüm o namuslu insanlar, mektupları postaya götüren neşe küpü çocuk, maharetli ortacı ve o dünya tatlısı kedi – hepsi hayatımın bir parçası haline gelmiş meğer; onlardan ayrılacak olsam gözyaşlarıma hâkim olamaz, o küçük dünyanın, gözüme ne kadar kötü görünmüş olursa olsun, benim de bir parçam olduğunu, bu parçanın da hep onlarla kalacağını düşünürmüşüm; kendimi onlardan koparmanın, yarı ölmekten, ölümün yüzünü görmekten farksız olduğunu anlarmışım.
Hem zaten, diyelim ki yarın onlardan ayrılıp Rua dos Douradores’in üniformasını sırtımdan attım; başka neye tutunurum (çünkü bir şeylere tutunacağım kesin), hangi üniformayı giyerim (çünkü mutlaka bir başka üniforma giyeceğim)?
Kimi görünür, kimi görünmez ama, hepimizin bir patron Vasques’i vardır. Benimkinin adı sahiden de Vasques; sağlıklı, hoş, kimi zaman kabalaşsa da art niyet düşünmeyen, çıkarını bilen ama sonuçta dürüst, insanoğlunun yetiştirdiği, sağcısıyla, solcusuyla nice büyük dehalarda ve harika çocuklarda bulunmayan adalet duygusuna sahip bir adam. Zenginliğe, başarıya doymayan, ölümsüzlük peşinde koşan, kendini beğenmiş Vasques’ler de olabilir... Ben ise, bizim nispeten insancıl, zor zamanlarda dert dinlemesini bilen Vasques’i, dünyadaki bütün soyut patronlara yeğlerim.
Devlete iş yaparak küpünü doldurmuş bir şirkette çalışan bir arkadaşım, kazandığım parayı beğenmeyerek geçen gün şöyle dedi bana: “Sömürülüyorsunuz, dostum.” Bunun üzerine düşündüm de, sahiden de öyle; ne var ki, madem hayatta sömürülmekten kaçmanın yolu yok, kendini beğenmişlerin, şöhret budalalarının, üzüntünün ya da imkânsızlığın peşinden koşanların yerine, kumaş tüccarı Vasques’e kendimi sömürtsem daha iyi değil mi, diye de sormadan edemiyorum kendime.
Bizzat Tanrı’nın sömürdükleri de var ki, bunlar bu dünyanın uçsuz bucaksız boşluğuna yuvarlanmış peygamberler ve azizlerdir.
Başkaları yuvalarına nasıl sığınırsa, ben de Rua dos Douradores’teki o büyük büroya öyle sığınıyorum. Hayat karşısında bir sipere çekilircesine, masamın ardına siniyorum. Benim olmadığı halde sahibi olduğum, içine kayıtlar düştüğüm o ticari defterlere duyduğum sevgiden gözlerim yaşarıyor neredeyse, mürekkep hokkasını ve biraz ötemde bordroları hazırlayan Sergio’nun sırtını seviyorum. Belki sevecek başka bir şey bulamadığımdan böyle oluyor, ama belki de insan sevgisine değer hiçbir şey olmadığından; duygusallığa kapılıp sevgimizi birine vakfetmeye niyetlendiysek – yıldızların sonsuz kayıtsızlığındansa benim gösterişsiz mürekkep hokkası yeğdir.
8H.K.
Patronum Vasques. Nedendir bilinmez, patronum Vasques’in karşısında, sık sık nutkum tutuluyor. Bu adam benim için, hayatımın gündüz saatlerine hükmeden, rasgele bir ayak bağından başka ne ki? Bana kibar davranıyor, nedense birdenbire kabalaşıp herkese kök söktürdüğü anların dışında yumuşak bir sesle konuşuyor. İyi, güzel de niye bir türlü aklımdan çıkmıyor? Bir simge mi bu adam? Akıl mı, sağduyu mu? Ne?
Patron Vasques. Daha şimdiden gelecek zamanda, o gün duyacağımı bildiğim üzüntüyle hatırlıyorum onu. Ben, herhangi bir yerin yakınlarındaki küçük bir evde, bugün yaratmadığım eseri o gün de yaratmayarak, yaratmamayı sürdürebilmek için de bugünkülere benzemeyen gerekçeler bulmaya çalışarak huzur içinde yaşıyor olacağım. Ya da berduşların kapatıldığı bir yerde, dibe vurmanın hazzıyla yuvarlanıp gidiyor olacağım, kendilerini vaktiyle deha sanmış, oysa düş gücünden yoksun birer dilenci olmaktan öteye gidememiş döküntülerin arasına karışacak, hayatta ne başarıya ulaşabilmiş, ne de her şeyi elinin tersiyle itmeyi becerip öbür türlü başarı kazanabilmiş o isimsiz kalabalıkta eriyeceğim.
1 comment