Benzi pek sarı, nefesi pek süratliydi. Her zamanki çocukça tebessümü bana daha ziyade yüzün adalelerini yoran bir sırıtma gibi geldi.

Gözleri de, camların altında, daha derine kaçmışa benziyordu.

"Ne oldunuz gene Raif bey, geçmiş olsun!" dedim.

"Teşekkür ederim!"

Sesinde hafif bir kısıklık vardı. Öksürdüğü zaman göğsü adamakıllı sarsılıyor ve hırıldıyordu.

Merakımı çabucak gidermek için sordum:

"Kendinizi nasıl üşüttünüz? Herhalde soğuk algınlığı olacak!..."

Uzun müddet yatağının beyaz örtüsüne bakarak durdu.

Çocuklarıyla karısının beyaz karyolaları arasına sıkışmış duran küçük bir demir soba, odayı fazla sıcak yapmıştı. Buna rağmen karşımdaki üşür görünüyordu. Yorganım boğazına kadar çekerek:

"Evet, soğuk aldım galiba!" dedi. "Dün akşam yemekten sonra biraz dışarı çıkmıştım..."

"Bir yere mi gittiniz?"

"Hayır... Şöyle azıcık dolaşmak istedim... Ne bileyim... İçim sıkıldı galiba..."

Onun herhangi bir şeye içi sıkıldığını söylemesi beni şaşırttı.

"Biraz fazla yürümüşüm... Ziraat Enstitüleri tarafına gitmiştim... Keçiören yokuşunun alt başına kadar gelmişim... Hızlı mı yürüdüm nedir... Sıcak bastı... Önümü açtım... Hava da rüzgârlıydı... Biraz da kar sepeliyordu... Herhalde üşüdüm..."

Gece vakti, kar ve rüzgârda, tenha yollarda, göğsünü bağrını açarak saatlerce dolaşmak Raif efendiden beklenir şey değildi.

"Bir şeye mi canınız sıkıldı?" dedim.

Telaşla cevap verdi:

"Yok canım... Ara sıra olur... Gece vakti yalnız başıma dolaşmak isterim. Kim bilir, evin gürültüsü mü canımı sıkıyor nedir!.."

Sonra, fazla söylemiş olmaktan korkar gibi acele acele:

"İnsan ihtiyarladıkça böyle oluyor galiba!" dedi. "Çoluk çocuğun ne kabahati var!"

Dışarıda gene gürültü, hızlı konuşmalar başlamıştı. Mektepten dönen büyük kız içeri girdi, babasının yanaklarını öptü:

"Nasıl oldun babacığım?"

Sonra bana dönerek elimi sıktı:

"Efendim, hep böyle oluyor... Ara sıra aklına esip, ben biraz kahveye gideceğim, diyor sonra da kendini orada mı üşütüyor, yolda mı üşütüyor nedir, hastalanıveriyor... Kaç defadır böyle oldu... Kahvede ne var bilmem!"

Paltosunu sıyırıp bir iskemlenin üzerine attıktan sonra, hemen dışarı çıktı. Raif efendinin bu hallerine alışmışa benziyor ve fazla ehemmiyet vermiyordu.

Hastanın yüzüne baktım. O da gözlerini bana çevirmişti ve bunlarda hiçbir izah, hiçbir hayret yoktu. Ben ev halkına niçin bu yalanı söylediğini değil, bana niçin hakikati söylediğini merak ediyor fakat bundan biraz da gurur duyuyordum: Bir insana başkalarından daha yakın olmanın gururunu.

Dışarı çıkıp evin yolunu tuttuğum sırada düşünmeye daldım. Acaba Raif efendi hakikaten basit ve içerisi bomboş bir adam değil miydi? Hayatta hiçbir gayesi, hiçbir ihtirası olmadığı, insanlara, kendisine en yakın olanlara karşı bile, bir alaka duymadığı muhakkaktı... Şu halde ne istiyordu?..