Nurettin bey de, haysiyetine dokunulmuş gibi yüzünü buruşturarak:
"Ne münasebet?" dedi. "Evinde herhalde hastaneden iyi bakılır!"
Doktor omuzlarını silkerek gitti.
Raif efendi evvela hastaneye gitmeyi istiyor, "Orada hiç olmazsa kafamı dinlerim!" diyordu. Yalnız kalmak istediği her halinden belliydi, fakat etrafındakilerin bunu ne kadar şiddetle reddettiklerini görünce, o da sesini çıkarmaz oldu. Yüzünde ümitsiz bir tebessümle: "Beni orada da rahat bırakmazlar ki!" diye mırıldandı. Bir gün, hâlâ aklımdadır, bir cuma günü akşamı Raif efendinin başucundaki iskemleye oturmuş, hiç konuşmadan, onun göğsü hırıldayarak nefes alışını seyrediyordum. Odada başka kimse yoktu. Yanı başındaki komodinin üzerinde, ilaç şişelerinin arasında duran büyük bir cep saati odayı madeni bir sesle dolduruyordu. Hasta, çukura kaçan gözlerini açarak:
"Bugün biraz iyiyim!" dedi.
"Elbette... Hep böyle devam edecek değil ya..."
O zaman, adeta müteessir bir edayla:
"Peki ama, bu daha ne kadar devam edecek?.." diye sordu.
Sualinin hakiki manasını anlamış ve dehşete düşmüştüm.
Sesindeki bıkkınlık onun ne kastettiğini gösteriyordu.
"Ne oluyorsunuz Raif bey?" dedim.
Gözlerini gözlerime dikerek, ısrarla sordu:
"Peki ama, ne lüzum var? Yetmez mi artık?.."
Bu sırada Mihriye hanım içeri girdi. Bana sokularak:
"Bugün iyice!" dedi. "Artık bunu da atlattı inşallah!"
Sonra kocasına döndü:
"Pazara çamaşır yıkanacak... Şu senin havluyu beyefendi getiriverse!"
Raif efendi peki makamında başını salladı. Kadın dolapta bir şeyler arayıp aldıktan sonra tekrar çıktı. Hastanın halindeki ufak bir iyilik karısının bütün telaş ve heyecanlarını alıp götürmüştü. Şimdi kafası eskisi gibi ev dertleri, yemek ve çamaşır işleriyle doluydu. Bütün basit insanlarda olduğu gibi, kederden sevince, heyecandan sükûnete geçiyor ve bütün kadınlar gibi her şeyi çabucak unutuyordu. Raif efendinin gözlerinde, hüzün dolu ve derin bir gülümseme vardı. Karyolanın ayakucunda asılı duran ceketini başıyla göstererek:
"Şurada, sağ cebimde bir anahtar olacak, onu al da, benim masanın üst gözünü aç. Hanımın söylediği havluyu getiriver...
Zahmet olacak ama..." dedi.
"Yarın akşam getiririm!"
Gözlerini tavana dikerek uzun müddet sustu. Birdenbire başını bana çevirdi:
"Orada, gözün içinde ne varsa hepsini getir!" dedi. "Ne varsa... Bizim hanım galiba benim bir daha şirkete gidemeyeceğimi sezdi... Bizim yolculuk artık başka yere..."
Tekrar başı yastığa gömüldü.
Ertesi günü akşamüzeri şirketten ayrılmadan evvel Raif efendinin masasına gittim. Sağ tarafta üst üste üç göz vardı. Evvela alttakileri açtım; biri bomboştu, ötekinde birtakım kâğıtlar ve tercüme müsveddeleri vardı. Üst göze anahtarı sokarken ürperdim: Raif efendinin senelerden beri oturduğu iskemlede oturduğumu ve onun her gün birkaç defa yaptığı hareketi tekrar ettiğimi şimdi fark etmiştim. Acele ile gözü çektim. Burası da boş gibiydi. Yalnız bir kenarda oldukça kirli bir havlu, gazele kâğıdına sarılmış bir sabun parçası, bir sefertası gözü, bir çatal ve Singer marka burgulu bir çakı vardı. Bunları çabucak bir kâğıda sardım. Gözü yerine iterek ayağa kalktım, fakat arka taraflarda herhangi bir şeyin kalmış olabileceği aklıma gelerek gözü yeniden çektim ve elimle içini araştırdım.
1 comment