Marie Grubbe
DÜNYA KLASİKLERİ DİZİSİ: 94-95-96
MARIE GRUBBE
JENS PETER JACOBSEN
MARIE GRUBBE
(Fru Marie Grubbe)
Çeviren:
Selahattin Batu
ÖNSÖZ

Jens Peter Jacobsen, Danimarka'nın yetiştirdiği en büyük yazarlardan biridir. 7 Nisan 1847'de Thisted'de doğmuş, 30 Nisan 1885'te ölmüştür. Ününü daha çok "Marie Grubbe" ve "Nils Lyhne" adlı iki romanıyla yapmıştır.
Zamanının dünya görüşünde büyük etkisi olan Darvincilik ve Fransız gerçekçi yazın okulu, kişiliğinin oluşmasında büyük bir rol oynamıştır. Gizemsellikten dikkatle kaçınmaya çalışmış, ancak ince ruh çözümlemelerini, bilinçaltı araştırmalarını asla savsaklamamıştır. Yapıtlarında özellikle Flaubert'in etkisi açık olarak görülür. Örneğin; "Marie Grubbe", bir bakıma "Madam Bovary"yi andırır. Ama ne istediğini daha iyi bilen; içgüdülerine kapılıp gitmesine, acılara, yıkımlara uğramasına karşın asla pişmanlık duymayan, ağlamayan; istencine, kurduğu yaşama büyük değer veren bir Madam Bovary.
Jacobsen, bu yapıtında da bütün büyük sanatçılarda gördüğümüz başlıca yeteneklerle belirir: Dış olaylardan çok iç dramı, iç devinimi, insanı kavrayıp yaşatmaya çalışır. Kahramanlarını bize bütün düşünceleri, zayıflıkları, güçlü yönleri, her türlü duygu ve hayal dünyalarıyla birlikte sunar. İnce, derinlere inen, ama çok güçlü bir insan çözümlemesi; insanın değişmeyen, bütün çağlarda aynı kalan yanlarını belirtmekte gösterdiği ustalık olağanüstüdür. Onun için romanlarını okuyunca yaşattığı bütün kahramanları artık bir daha unutmamıza olanak kalmaz. Çünkü onlarda kendimizi, kendi insanlığımızı bulur, onları da kendi varlığımıza katarız. Ve bu kahramanların her biri, bize içimizdeki dünyadan bir görünümü çizer, bizi bize tanıtır.
Yaptığı dış dünya betimlemelerinde bile, Jacobsen insanoğlunu çizer gibidir. Bir fırtına, hatta sağanaklar bile, elleri ayaklarıyla kırıp koparırlar. Bacalara tırmanır, duvarları yalar, çatıları, çerçeveleri dökerler. Ve düşünür, duyar gibidirler; insan gibi ister, insan gibi istemezler.
Bu betimlemelerde bugün için eskimiş gibi görünen ince ince bir didikleme, biraz uzuna kaçar gibi görünen sonsuz sayıda araştırma vardır. Ama bunlar ne kadar güzel, ne kadar da canlıdır! Okurken bıkmayız. Sabrımız tükenir gibi olsa bile tükenmez; canlı, yaşayan her şey gibi severiz onları; okumak, sonuna kadar hepsini yutmak isteriz.
Bundan başka Jacobsen her zaman bir tarih dönemini gözlerimizin önüne serer. Romanlarında düzgün kesilmiş dilimler halinde ayrıntılı toplum ve zaman görünümleri bulunur. Bizi, olduğumuz gibi, yüzyıllar ötesine götürür ve bir eski, güzel gerçekçilik içinde, bugün yaşayan bizde ölümsüz kahramanı canlandırır.
Jacobsen ışıkları, çiçekleri, süsleri, mücevherleri çok sever. Gün ışığı, eski püskü giysiler üstünde bile taptazedir; çiçekleri, en hüzünlü dekor olarak bile, mis gibi kokar. Çünkü yaşamı sevmiş, ölümde bile onu bulup yaşatmıştır.
Jacobsen, hiç kuşkusuz, kendi havası, dünyası olan yazarlardandır. Başka yazınlarda, özellikle de Alman yazınında derin izler bırakmıştır. Dünya sanatında ün kazanmış bir sanatçıdır. "Marie Grubbe" ise onun her zaman okunacak en güzel yapıtlarından biri sayılır.
Selahattin Batu
MARIE GRUBBE
BİRİNCİ BÖLÜM
Ihlamur ağaçlarının taçları altında duran hava esmerdi; kırlar, susamış tarlalar üzerinden yavaşça kaymış, içi güneşten korlaşmış ve yollardan kalkan tozlarla tozlanmıştı. Ama şimdi sık dal hevenklerinden geçerek temizlenmiş, taze ıhlamur yapraklarıyla serinlemiş ve sarı ıhlamur çiçeklerinin kokusuyla onu nemlenmiş, dolgunlaşmıştı. Böylece kımıltısız duruyor, hafif hafif titreyen yapraklarla, sarı beyaz kelebeklerin ışıltılı kanat vuruşlarıyla okşanarak açık yeşil kubbeye doğru sessiz ve neşeli parıldayıp yükseliyordu.
Bu havayı soluyan insanın dudakları dolgun ve tazeydi; şişirdiği göğüsse genç ve körpe. Göğüs körpe, ayaklar körpeydi, boy bos ince, vücut boyluydu ve bütün duruşu bir tür hafiflemiş gücü gösteriyordu.
Bol ve gür olan, yalnızca koyu altın rengindeki yarı bağlanmış ve yarı özgür aşağı sarkan saçlardı. Çünkü küçük, koyu mavi kadife bir şapka aşağıya kaymış ve düğümlü çene bağından ufakça bir rahip kukuletası gibi sırtının üstüne sarkıyordu. Giyinişinde manastırdakileri andıran bundan başka bir şey yoktu. Geniş ve devrik bir keten yaka, soluk mavi renkte kısa, geniş yırtmaçlı kollu, yünlü giysinin üstüne düşüyor, kollardan da ince Hollanda keteninden yapılmış büyük kabarık yenler dışarı doğru taşıyordu.
Göğsünde olduğu gibi ayakkabılarında da kıpkırmızı birer fiyonk vardı.
Ellerini arkasına kavuşturmuş, başı önüne eğik, öylece yürüyordu.
1 comment