Topluluk dehşet ve şaşkınlık içinde olduğu yerde kalmıştı. Konunun ne olduğunu anlamayan, ama oğlu için kaygılanan Prenses Hippolita baygınlık geçirdi.
Kaygılanmaktan çok düğün töreninin gecikmesine ve hizmetçisinin aptallığına kızan Manfred, emir verircesine neler olup bittiğini sordu. Hizmetkâr cevap vermiyor, hâlâ parmağıyla avluyu işaret ediyordu; en sonunda, peş peşe sorulan soruların ardından, “Ah! Miğfer! Miğfer!” diye bağırdı. Bu arada topluluğun bir kısmı, birbirine karışmış çığlıkların, korku ve şaşkınlık dolu seslerin geldiği avluya akın etmişti. Oğlunu göremediği için telaşlanmaya başlayan Manfred, bu karmaşanın nedenini şahsen öğrenmek için dışarı çıktı. Matilda annesine yardım etmek üzere içeride kaldı; Isabella da hem Matilda’yla aynı nedenden hem de aslında çok az ilgi duyduğu damada sabırsızlıkla yaklaşmak istemediğinden şapelde kaldı.
Manfred’in gözüne çarpan ilk şey, bir grup hizmetkârının kara tüylerden oluşan dağ gibi bir yığını kaldırmaya çabaladıklarıydı. Manfred gözlerine inanamadan izlemeye devam etti. “Ne yapıyorsunuz?” diye haykırdı öfkeyle, “Oğlum nerede?”
Bir yığın ses cevap verdi:
“Ah, efendim! Prens! Prens! Miğfer! Miğfer!”
Manfred, bu acı dolu sesler karşısında şaşkına dönüp, ne olduğunu tam bilemediği bir şeyden korkarak telaşla ilerledi. Fakat karşısındaki manzara bir baba için ne dayanılmaz bir görüntüydü! Çocuğunun parçalara ayrıldığını ve bir insan için yapılmış herhangi bir zırhlı başlığın en az yüz katı büyüklüğünde ve bu büyüklüğüyle orantılı miktarda siyah kuş tüyüyle kaplanmış devasa bir miğferin altında adeta gömülü olduğunu gördü.
Manzaranın korkunçluğu, bu bahtsızlığın nasıl meydana geldiğinin kimse tarafından bilinmeyişi ve en önemlisi, gözünün önündeki bu olağandışı durumun kendisi, Prens’in neredeyse küçükdilini yutmasına neden olmuştu. Ama suskunluğu, kederin neden olabileceğinden bile uzun sürdü. Gözlerini, hayal olmasını boşu boşuna dilediği görüntünün üzerine dikti; kaybından çok, buna neden olan heybetli nesne üzerine düşüncelere dalmış gibiydi. Ölümcül miğfere dokundu, onu inceledi; genç Prens’in kanlar içindeki ezilmiş kalıntıları bile Manfred’in gözlerini, önündeki felaket habercisinden almasına yetmiyordu. Manfred’in genç Conrad’a özel düşkünlüğünü bilenler, Prenslerinin duygusuzluğuna, olağandışı miğfer karşısında duydukları dehşet kadar büyük şaşkınlıkla yaklaştılar. Manfred’den en ufak bir emir almaksızın, şekli bozulmuş cesedi salona taşıdılar. Manfred, şapelde kalmış hanımefendilere de incelikle yaklaşıyor değildi. Tersine, mutsuz prenseslere, yani eşi ve kızına değinmeksizin ağzından çıkan ilk sözler, “Lady Isabella’yla ilgilenin,” oldu.
Bu emrin kesinlikle kimi kastettiğini kestiremeyen hizmetkârlar, hanımefendilerine düşkünlüklerinin etkisiyle, özellikle kastedilenin Hippolita’nın durumu olduğunu düşünüp onun yardımına koştular. Yaşayan birinden çok ölüyü andıran ve oğlunun ölümü dışında, duyduğu tuhaf olayların tümüne kayıtsız kalan Hippolita’yı odasına taşıdılar. Annesine çok düşkün olan Matilda, kendi üzüntü ve şaşkınlığını bastırmış, kederden sarsılmış annesine yardımcı olmaktan ve onu avutmaktan başka hiçbir şey düşünemez olmuştu. Hippolita’nın, öz kızıymış gibi davrandığı ve bu sevecenliğe eşit derecede saygı ve sevgiyle karşılık veren Isabella da, Prenses’e daha az özen gösteriyor değildi; aynı zamanda, oldukça sıcak dostane duygular beslediği Matilda’nın acısının getirdiği yükü paylaşmak ve hafifletmek için de çabalıyordu. Fakat kendi durumunu da düşünmeden edemiyordu. Genç Conrad’ın ölümü üzerine acıma dışında hiçbir şey hissetmiyordu; ona çok az mutluluk vaat eden bu evlilikten, kaderinde yazılı olan damattan ya da kendisini büyük hoşgörüyle ayrı tutsa da, böylesi hoş birer prenses olan Hippolita ve Matilda’ya nedensizce sert yaklaşarak zihninde korku dolu bir iz bırakan Manfred’in sert yaradılışından kurtulduğu için üzgün değildi.
Genç hanımefendiler perişan durumdaki anneyi yatağına taşırlarken, Manfred uğursuz miğfere gözünü dikmiş, olayın tuhaflığı nedeniyle etrafında toplanmakta olan kalabalığa aldırış etmeden öylece avluda duruyordu. Ağzından çıkan tek tük sözler yalnızca olayın araştırılmasına yönelikti: Bu şeyin nereden gelmiş olabileceğine dair kimsenin bilgisi var mıydı? Kimsenin verebileceği en ufak bilgi yoktu. Ancak tek ilgilenenin Manfred olduğu bu soru, kısa süre içinde, yıkımın benzersiz doğasına eşdeğerlikte saçma ve olasılık dışı varsayımlarda bulunan izleyicilerin geri kalanının da yegâne ilgi odağı oldu. İzleyicilerin anlamsız tahminleri arasında, komşu bir köyden kulağına bir söylenti çarpan genç bir köylü, mucizevi miğferin, eski prenslerinden İyi YürekliAlfonso’nun1 St. Nicholas Kilisesi’ndeki siyah mermer heykelindekine tıpatıp benzediğini iddia etti.
“Hain! Ne diyorsun sen?” diye bağırdı Manfred, öfke nöbetiyle dalgınlığından kurtulup genç adamın yakasına yapışarak, “Böyle bir ihaneti dile getirmeye nasıl cüret edersin? Bunu canınla ödeyeceksin,” dedi.
Prens’in öfkesinin nedenini de o âna kadar gördükleri şeylerin nedenini kavrayamadıkları gibi anlamakta güçlük çeken seyirciler, bu yeni durumu nasıl çözümleyeceklerini bilemez haldeydiler. Prens’i nasıl bu denli kızdırdığını anlayamayan genç köylü daha da şaşkındı.
1 comment