Evet, acımasız yazgı! Ben de soyumun ümidini yitirdim! Fakat Conrad güzelliğinize layık değildi.”

“Ama nasıl olur efendim!” dedi Isabella, “Gerektiği kadar kaygı duymadığımdan kuşkulanmıyorsunuzdur herhalde? Görevim ve duygularım her zaman...”

“Conrad’ı daha fazla düşünmeyin,” diye sözünü kesti Manfred, “hastalıklı ve zayıf bir çocuktu ve belki de Tanrı, evimin şerefini böylesi kırılgan bir temele bırakamayacağım için onu elimden aldı. Manfred soyu büyük güç gerektiriyor. O çocuğa olan aptalca düşkünlüğüm sağduyumu köreltti, ama böylesi daha iyi. Birkaç yıl içinde Conrad’ın ölümüne sevinmek için nedenim olacağını umuyorum.”

Isabella’nın şaşkınlığını tarif etmek için sözcükler yetersiz kalır. Önce, kederden Manfred’in aklının karışmış olmasından korktu. Aklına gelen bir sonraki fikir, bu tuhaf sohbetin onu tuzağa düşürmek için tasarlanmış olduğuydu. Manfred’in, oğluna karşı ilgisizliğini fark ettiğinden korktu: Bu düşünce sonucunda, “Yüce efendim, duyarlılığımdan kuşkulanmayınız; kalbim bu evlilikte elime eşlik edecekti. Conrad tüm ilgimden faydalanacaktı; yazgı beni ne yöne sürüklerse sürüklesin, anısını her zaman yaşatacağım ve siz majesteleriyle erdemli Hippolita’yı ebeveynlerim olarak göreceğim.”

Manfred, “Hippolita’ya lanet olsun!” diye bağırdı, “Siz de benim gibi, şu andan itibaren onu unutun. Kısacası, hanımefendi, cazibenizi hak etmeyen bir kocadan oldunuz: Cazibeniz artık daha verimli kullanılabilir. Hasta bir çocuk yerine güzel yönlerinizin değerini nasıl bileceğinin farkında olan ve sayısız çocuk bekleyen, hayatının en verimli dönemini yaşayan bir kocaya sahip olacaksınız.”

“Ah! Efendim!” dedi Isabella, “Aklım, ailenizin başına henüz gelmiş olan bu yıkımla öylesine meşgul ki başka bir evlilik düşünmem olanaksız. Eğer babam geri döner ve böyle yapmamı arzu ederse, oğlunuzla evlenmeyi kabul ettiğim gibi kendisine yine itaat ederim. Ancak babam geri gelene kadar konuksever çatınızın altında kalmama ve bu kederli saatleri sizin, Hippolita’nın ve Matilda’nın acısını hafifleterek geçirmeme izin verin.”

“Daha önce de,” dedi Manfred kızgın biçimde, “o kadının adını ağzınıza almamanızı rica etmiştim; şu andan itibaren sizin için de benim için olduğu gibi bir yabancı olmalı. Kısacası, Isabella, size oğlumu veremediğime göre kendimi sunuyorum.”

“Tanrım!” diye haykırdı Isabella kendine gelerek, “Neler duyuyorum! Siz, efendim! Siz! Kayınpederim! Conrad’ın babası! Erdemli ve hassas Hippolita’nın kocası!”

“Size daha önce de söyledim,” dedi Manfred amirane bir tavırla, “Hippolita artık karım değil; şu andan itibaren onu boşuyorum. Verimsizliğiyle beni çok uzun zamandır lanetliyor. Yazgım erkek çocuk sahibi olmama bağlı ve inanıyorum ki bu gece, umutlarım için yeni bir başlangıç vaat ediyor.”

Bu sözler üzerine, korku ve dehşetten yarı ölü gibi duran Isabella’nın buz gibi elini kaptı. Isabella çığlık attı ve aceleyle Manfred’den uzaklaştı. Manfred onun peşinden gitmek üzere ayağa kalktı; o sırada, yükselmiş olan ay karşı pencereden parıldadı ve pencerelerin hizasına kadar yükselen, hışırtı benzeri derinden gelen bir sesin eşliğinde şiddetli biçimde ileri geri sallanan ölümcül miğferin tüylerini Manfred’in gözlerinin önüne serdi. Durumdan cesaret alan ve şu âna kadar hiçbir şeyden, Manfred’in sözlerinin amacı kadar korkmamış olan Isabella, “Bakın, efendim! Tanrı bile bu dine aykırı amacınıza karşı olduğunu gösteriyor!” diye bağırdı.

Prenses’i bir kez daha yakalamak üzere öne atılan Manfred, “Ne Tanrı ne de Şeytan beni yolumdan alıkoyabilir,” dedi. Tam o anda, az önce oturdukları kanepenin üzerinde asılı duran Manfred’in büyükbabasının portresi derin biçimde içini çekti ve göğsü inip kalktı.

Resme sırtı dönük duran Isabella hareketi görmemişti, sesin nereden geldiğini de bilmiyordu ama irkildi ve “Durun, dinleyin efendim! O ses de neydi?” deyip kapıya yöneldi.

Merdivenlere ulaşan Isabella’nın elinden kaçışıyla, hareket etmeye başlayan resimden gözlerini alamaması arasında kalan ve dikkati dağılan Manfred, arkasını dönmüş tablodan çıkıp vakur ve hüzünlü bir havayla yere inen portreye bakarak Isabella’nın peşinden birkaç adım attı. Geri dönerek, “Rüya mı görüyorum?” diye bağırdı, “Yoksa şeytanlar bana karşı işbirliği mi yapıyorlar? Konuş, seni şeytani hortlak! Yok, eğer büyükbabamsanız neden zavallı torununuza karşı böylesi bir kumpasın içindesiniz; bu zavallı torununuz ki...” Sözlerini tamamlayamadan hayalet bir kez daha iç çekti ve Manfred’e onu izlemesini işaret etti. “Önden buyur!” diye bağırdı Manfred, “Cehennemin dibine kadar peşinden geleceğim.” Hortlak, koridorun sonuna doğru sakin ama kederli biçimde ilerledi ve sağ koldaki bir odaya girdi. Manfred biraz arkasından ilerliyordu, endişeliydi ve korkmuştu ama bir yandan da kararlıydı. Hortlak odaya girer girmez, kapı görünmeyen bir el tarafından şiddetle kapatıldı. Bundan cesaret alan Prens, kapıyı ayağıyla zor kullanarak açmaya çalıştı ama kapı tüm çabalarına karşı direniyordu. “Şeytan, merakımı gidermeyeceğine göre,” dedi Manfred, “soyumun devamı için elimdeki insan gücünü kullanacağım; Isabella benden kaçamayacak.”

Manfred’in yanından uzaklaşır uzaklaşmaz kararlılığının yerini dehşetin aldığı genç hanımefendi, ana merdivenin en alt basamağına varana kadar kaçmaya devam etti. Adımlarını ne tarafa yönlendireceğini, Prens’in bu aceleci tutumundan nasıl kaçacağını bilemeden durup bekledi. Şatonun bildiği tüm kapıları kilitliydi ve avluya nöbetçiler yerleştirilmişti.