Herhangi biriyle konuşması, haberleşmesi, odasında herhangi bir yayın bulundurması, kâğıt ve kalem kullanması kesinlikle yasaktır. Yaşamındaki tek değişiklik, arada sırada sorguya götürülmesidir. Ama bu sorgular dışında Dr. B., tam anlamıyla bir boşluğun, kendi deyişiyle bir "hiçliğin" içerisinde, zaman ve mekân dışı bir yaşam sürer. Bu tecrit durumundan ötürü artık ruhsal dengesini yitirmenin eşiğine geldiği sırada götürüldüğü bir sorguda sırasını beklerken, birinin asılı duran pardösüsünün cebindeki kitabı –ne kitabı olduğunu bilmeksizin– çalar. Odasına geri götürüldüğünde, kitabın, içinde yüz elli adet değişik satranç partisinin bulunduğu bir tür satranç ders kitabı olduğunu anlar. Artık Dr. B. için o korkunç tecrit durumu son bulmuştur. Her gün bu satranç partilerinden birkaçını tekrar eder. Hepsini ezberledikten sonra ise yenilerini kendisi kurgulamaya başlar. Ancak bunu yapabilmek için, siyah ve beyaz taşlara göre, doğal olarak birbirinin hasmı olan iki farklı kişilik geliştirmek zorunda kalacaktır.
Bu noktadan öykünün şaşırtıcı sonuna kadarki süreç, aynı zamanda faşizmin insan ruhu üzerindeki baskısının ne korkunç sonuçlar verebileceğinin ve bireyin böyle bir baskı altında ne ölçüde parçalanabileceğinin anlatımını içerir. Dr. B., geçmişindeki bu korkunç dönemden ötürü "kurtuluşundan" sonraki yaşamında, zaman zaman akıllı mı, yoksa deli mi olduğunu tam bir kesinlikle söyleyemediği bir konuma gelmiştir.
20. yüzyılda Avrupa edebiyatının en önemli deneme yazarlarından biri olan ve bir süre Nazilerin toplama kamplarında kalan Avusturyalı Jean Améry (1912-1978), toplama kamplarına ait izlenimlerini dile getirdiği bir denemesinde, bu kamplara gönderilen bir aydın için gerçekleşen ilk sonucun "entelektüel ölüm" olduğundan söz eder. Zweig'ın Satranç başlıklı eseri, edebiyat alanında böyle bir "entelektüel ölüm" üzerine kaleme alınmış en yetkin metinlerden biridir.
Ahmet Cemal
Satranç
Gece yarısı New York'tan Buenos Aires'e hareket edecek olan büyük yolcu gemisi, kalkış saatinin o alışılagelmiş koşuşturması ve hareketliliği içerisindeydi. Karadan gelen konuklar, arkadaşlarına eşlik etmek için itişip duruyorlardı, kasketlerini yan giymiş telgrafçı çocuklar yüksek sesle adları çağırarak toplantı odaları boyunca seğirtiyorlardı, bavullar ve çiçekler taşınıyordu, çocuklar merakla merdivenlerden aşağı yukarı koşmaktaydılar ve bu arada orkestra da hiç istifini bozmaksızın güverte konserini veriyordu. Ben, bu kalabalığın biraz uzağında, gezinti güvertesinde durmuş, bir tanıdığımla konuşuyordum; tam o sırada yanımızda iki ya da üç kez flaşlar parladı –göründüğü kadarıyla muhabirler, ünlü biriyle kalkıştan (gemi yola çıkmadan) hemen önce röportaj yapmayı ve fotoğraf çekmeyi başarmışlardı. Arkadaşım, oraya baktı ve gülümsedi: "Geminizde ender rastlanabilecek biri de var, Czentovic." Ve herhalde yüz ifademden bu haberden pek bir şey anlamadığım belli oluyordu ki, bir açıklama yapma gereğini duydu: "Dünya satranç şampiyonu Mirko Czentovic. Doğudan batıya bütün Amerika boyunca bir turnuvadan ötekine koştu, şimdi de yeni zaferler için Arjantin'e gidiyor."
Şimdi gerçekten hatırlamıştım bu genç dünya satranç şampiyonunu, dahası, kariyerindeki baş döndürücü yükselişiyle ilgili bazı ayrıntılar da aklıma gelmişti; benden daha dikkatli bir gazete okuru olan arkadaşım, bu ayrıntıları bir sürü anekdotla tamamlayabilecek durumdaydı. Czentovic, yaklaşık bir yıl kadar önce bir çırpıda satranç sanatının Alehin, Capablanca, Tartakower, Lasker, Bogolyubov gibi eski ve en değerli ustalarının arasına yükselivermişti. 1922 yılında New York'ta düzenlenen satranç turnuvasında, yedi yaşındaki harika çocuk Rzescewski'nin ortaya çıkışından bu yana hiç tanınmayan birinin bu şanlı loncaya girişi, hiçbir zaman Czentovic'inki gibi yaygın bir heyecan uyandırmamıştı. Çünkü Czentovic'in entelektüel nitelikleri, asla böylesine parlak bir kariyerin kehanetini destekler gibi gözükmüyordu. Bu satranç şampiyonunun özel hayatında herhangi bir dilde bir cümleyi yazım yanlışları yapmaksızın kâğıda dökebilmekten âciz olduğuna ilişkin sırrın ortaya çıkması gecikmemişti ve öfkeli meslektaşlarından birinin kötücül bir alayla dile getirdiğine göre, "cehaleti bütün alanlarda ortak olmak üzere, evrenseldi". Czentovic, aslen Güney Slovenyalı olup Tuna Nehri'nde çalışan ve fındık kabuğu büyüklüğündeki barkası bir gece tahıl yüklü bir şilebin altında kalan, yoksul bir denizcinin oğluydu; o zamanlar on iki yaşında olan oğlanı babasının ölümünden sonra taşrada yaşadığı yerin rahibi acıyarak yanına almıştı; bu iyi yürekli din adamı, ağzını açmaya üşenen, içine kapanık, geniş alınlı çocuğun köy okulunda öğrenemediklerini ona evde verdiği derslerle öğretebilmek için içtenlikle çaba harcamıştı.
Fakat bütün çabalar boşa çıkmıştı. Mirko, kendisine belki yüz kez açıklanmış olan harflere boş gözlerle bakmayı sürdürmüştü; çok ağır çalışan beyni, en basit ders konularını dahi içinde tutabilecek güçten yoksundu. Hesap yapması gerektiğinde, on dört yaşına geldiğinde bile parmaklarının yardımına başvurmak zorunda kalıyordu, bir kitap veya bir gazete okumak ise artık yeniyetmelik yaşına varmış olan çocuk için hâlâ özel bir çaba harcamayı gerektiriyordu. Öte yandan Mirko, kesinlikle isteksiz veya inatçı diye de nitelendirilemezdi. Kendisinden ne istenirse söz dinleyip yapıyordu; su getiriyordu, odun kesiyordu, başkalarıyla birlikte tarlada çalışıyordu, mutfağı derleyip topluyordu ve istenen her hizmeti, insanı kızdıran bir ağır canlılıkla da olsa, güvenilir biçimde yerine getiriyordu. Fakat bu kalın kafalı çocuğun iyi yürekli rahibi en çok kızdıran yanı, sergilediği mutlak anlamdaki umursamazlığıydı.
1 comment