Fakat o, katı tavrını değiştirmedi; üzüldüğünü, ama acentesi ile arasında bütün turnesi boyunca ücret almadan oynamasını kesinlikle yasaklayan sözleşmeden kaynaklanma yükümlülüklerinin bulunduğunu söyledi. En düşük ücreti parti başına iki yüz elli dolarmış."
Güldüm. "Siyah ve beyaz taşları hareket ettirmenin bunca kazançlı bir iş olabileceğini aslında düşünemezdim bile. Bu durumda herhalde siz de kibarca ayrıldınız."
Fakat McConnor ciddiyetini hiç bozmadı. "Oyun için yarın öğlenden sonra saat üç kararlaştırıldı. Burada, sigara salonunda. Umarım karşısında hemen darmadağın olmayız."
"Nasıl? Onun iki yüz elli dolarına razı oldunuz, öyle mi?" diye bağırdım büyük bir şaşkınlıkla.
"Neden olmasın? Sonuçta ipler onun elinde. Eğer dişim tutsaydı ve gemide tesadüfen bir diş doktoru bulunsaydı, ondan da dişimi bedava çekmesini isteyemezdim. Adam yüksek fiyatlar istemekte çok haklı; her alanda konuyu gerçekten bilenler aynı zamanda en iyi işadamlarıdırlar. Bana gelince, bir iş ne kadar açık ve seçikse o kadar iyidir. Bay Czentovic diye birinden bir lütuf istemektense ve üstelik sonunda bir de ona teşekkür etmek zorunda kalmaktansa, para vermeyi yeğlerim. Ona bakarsanız kendi kulübümüzde bir akşamda iyi yüz elli dolardan fazla kaybettiğim de oldu ve üstelik hiçbir zaman bir dünya şampiyonuyla oynamadım. ‘Üçüncü sınıf' oyuncular için bir Czentovic'e yenik düşmek ayıp değildir."
"Üçüncü sınıf oyuncu" gibi masum bir sözle McConnor'ın gururunu ne kadar derinden incitmiş olduğumu fark etmek, eğlenceli gelmişti. Fakat bu pahalı şakanın bedelini ödemeye hazır olduğundan, sonuçta o tuhaf adamla amaçladığım tanışmayı sağlayacak hırsını uygunsuz biçimde seferber etmesine bir itirazım yoktu. O zamana kadar kendilerini satranç oyuncuları diye tanıtmış olan dört ya da beş beyi ertesi günkü olaydan hemen haberdar ettik ve gelip geçenler tarafından olabildiğince az rahatsız edilelim diye yalnız kendi masamızı değil, fakat komşu masaları da maç için ayırttık.
Ertesi gün küçük grubumuz kararlaştırılan saatte eksiksiz toplanmıştı. Şampiyonun karşısına rastlayan orta yer doğal olarak McConnor'a bırakılmıştı; McConnor birbiri ardına iri purolar yakarak ve tedirgin bir ifadeyle ikide bir saatine bakarak gerginliğini azaltmaya çalışıyordu. Fakat dünya şampiyonu hepimizi –arkadaşımın anlattıklarından sonra böyle bir şey yapacağını sezmiştim– rahat bir on dakika bekletti, ama gelişi bu yüzden daha bir ağırlık kazandı. Sakin ve rahat bir ifadeyle masaya yaklaştı. Kendini tanıtmaksızın –bu kabalık, sanki, ‘Benim kim olduğumu biliyorsunuz, sizlerin kim olduğunuz ise beni ilgilendirmiyor,' der gibiydi–, uzmanlara özgü kuru bir ifadeyle teknik ayrıntıları sayıp dökmeye başladı. Gemide satranç tahtalarının eksikliği nedeniyle simultane bir parti düzenlemenin olanaksızlığı karşısında, hepimizin kendisine karşı ortak oynamamızı öneriyordu. O, her hamlesinden sonra bizim görüşmelerimizi rahatsız etmemek için salonun sonundaki bir başka masaya gidecekti. Biz karşı hamlemizi yaptıktan sonra da, ne yazık ki bir masa çanı bulunmadığından, kaşıkla bir bardağa vuracaktık. Czentovic, farklı bir isteğimiz olmadığı takdirde azami hamle süresi olarak on dakika öneriyordu. Doğal olarak ve ürkek öğrenciler gibi her öneriye katıldık. Renk seçiminde Czentovic'e siyah taşlar düştü; Czentovic, oturmaya bile gerek duymaksızın ilk karşı hamlesini yaptı ve ondan sonra hemen kendisinin önermiş olduğu bekleme yerine gitti, rahatça dayanıp resimli bir dergiyi karıştırmaya başladı.
Parti üzerine bir şeyler anlatmanın bir anlamı olmayacak; oyun, doğal olarak nasıl bitmesi gerekiyorsa öyle, yani bizim kesin yenilgimizle ve üstelik daha yirmi dördüncü hamlede son buldu. Bir dünya satranç şampiyonunun yarım düzine orta veya ortanın altı düzeydeki oyuncuyu elinin tersiyle silip süpürüvermesi aslında şaşırtıcı değildi; olayın hepimizin nevrini döndüren yanı, Czentovic'in işimizi elinin tersiyle bitiriverdiğini bize çok açık ve seçik hissettiren, üstten bakar tavrıydı. Her defasında tahtaya görünüşte sadece şöyle bir üstünkörü bakıyor, bizleri ise sanki tahtadan yapılma figürlermişiz gibi neredeyse görmezlikten geliyordu ve bu densizce davranışı ister istemez uyuz bir köpeğe ona bakmaksızın bir parça ekmek atan birinin davranışını çağrıştırıyordu. Oysa bence biraz daha incelik gösterebilir ve yanlışlarımız konusunda dikkatimizi çekebilir ya da dostça bir iki kelimeyle bizi yüreklendirebilirdi. Fakat insanlıktan yoksun bu satranç robotu oyunun bitmesinden sonra da tek hece söylemedi ve "mat" dedikten sonra, masanın başında hiç hareket etmeksizin kendisinden ikinci bir parti istenecek mi diye bekledi. Ben, insanın bunca vurdumduymaz bir kabalık karşısında her zaman hissettiği âcizlik duygusuyla, son bulan bu dolar işiyle birlikte en azından benim açımdan tanışmamızdan kaynaklanan memnuniyetin son bulduğunu belli etmek üzere tam ayağa kalkmıştım ki, yanımdan McConnor'ın çok kısık bir sesle şöyle dediğini duyarak öfkelendim: "Rövanş!"
Bu meydan okuyan ton karşısında neredeyse korkuya kapılmıştım; McConnor o anda gerçekten de kibar bir centilmenden çok yumruğunu indirmek üzere olan bir boksörmüş izlenimini uyandırmıştı.
1 comment