İsminizi bilmeme ne ihtiyaç var? Zaten sizi tanıyorum...
Adam şaşkınlık ve heyecanla:
– Sahi mi, dedi. Beni tanıyor musunuz?
– Evet, her ihtiyaç sahibi gibi, siz de benim kardeşimsiniz. Kardeş, kardeşine yardım etmek zorundadır...
Adam, piskoposun ellerine sarılarak:
– Durun, papaz efendi! Buraya girerken açlıktan ölecek gibiydim... Fakat, öyle iyi davrandınız ve öyle şeyler söylediniz ki, nedendir bilmem, açlığımı unuttum!..
Piskopos yabancının yüzüne baktı:
– Ah, kardeşim! Ne çok çekmişsiniz...
– Sormayın... O kırmızı gömlek, o ayaklara bağlanan gülle, o kuru tahtadan yatak, o kurtlu mercimek çorbası, akşama kadar değnek darbeleri altında çalışma, ufacık bir sözden zincirlere vurulma... Hastahanede bile zincire vururlardı... Bütün bunları on dokuz sene niçin çektim, biliyor musunuz? Bir somun ekmeği çaldığım için... Halbuki bir köpek bunu yapsaydı, üç beş değnekle paçayı sıyırırdı... Ah, köpekler! Köpekler benden daha hürdür!.. Şimdi kırk altı yaşındayım. Güya serbest bırakıldım; fakat cebimdeki şu sarı kâğıt yok mu? Gardiyan gibi yakamı bırakmıyor...
Piskopos:
– Evet, dedi, bir çilehaneden çıkmışsınız. İşlediğiniz suç, on dokuz sene çileye bedel değildir... Eğer Tanrı’ya inancınız varsa ve kadere isyan etmeden bu uzun çileye katlanmış iseniz, hepimizden bahtiyarsınız...
Mösyö Miryel, konuşmasına devam ederken, hizmetçi kadın yemek taslarını sofraya koyuyordu. Yemekler: Un çorbası, zeytinyağlı fasülye, bir parça et, taze peynir ve incirden ibaretti. Ortaya büyük bir çavdar ekmeği konmuştu.
Piskopos, misafir sevenlere mahsus güleç bir yüzle:
– Haydin sofraya, dedi.
Duayı okuduktan sonra, kendi eliyle servis yapmaya başladı. Yabancının tabağını doldurdu. Kendisine ve iki yaşlı kadına yetecek kadar koydu.
Misafir öyle iştahla yiyordu ki, her yemeği tabağı parlatırcasına sonuna kadar bitiriyordu:
– Papaz efendi, dedi; hayatımda ilk defa gümüş bir tabaktan yemek yiyorum. Tabaklarınız gümüş, ama yemekleriniz “Uçdofin” misafirhanesinde arabacıların yedikleri gibi zengin değil...
– Doğru, dedi piskopos. Ben arabacılar kadar zengin biri değilim!..
Yabancı hata yaptığını anlayarak utandı:
– Afedersiniz, efendim! Nankörlük yaptığımı sanmayın... Onlar kadar zengin olmadığınız halde misafir seviyorsunuz... Evinizi ve yemeğinizi yabancılarla paylaşıyorsunuz. Karşılığında para da istemiyorsunuz... Eğer sizi görmeseydim, böyle bir insanın var olduğuna kimse beni inandıramazdı... Ne iyi bir insansınız... Hani dinden filan pek anlamam; ama “melek” dedikleri varlıklar olsa olsa sizin gibi şeylerdir!.. Söz dinden açılmışken, bizim tersane papazının anlattıkları aklıma geldi. O, hep, “Tanrı âdildir, herkese lâyık olanı verir.” derdi... Ben böyle ince meselelerden anlamam; fakat diyorum ki, siz fakir bir mahalle papazı değil de yılda bilmem kaç bin frank maaşı olan, atlı araba ile gezen, sarayda oturan, altın işlemeli kırmızı şapka giyen zengin bir piskopos olmalıydınız!... Vallahi, “Major Piskoposluğu”na o kibirli adam değil de siz lâyıksınız...
Mösyö Miryel, lafı değiştirerek:
– Mösyö Jan Valjan, yanlış hatırlamıyorsam Pontarliye’ye gideceğinizi söylemiştiniz?
– Evet, efendim. Oraya gitmek zorundayım...
– Yaya gideceğinize göre, yarın şafakta yola çıkmanız gerekecek.
1 comment