Sonra, saat dokuz buçukta, henüz kimse yemeğini bitirmeye vakit bulamamışken, polis emriyle bütün ışıklar bir anda söndürülüyordu; Saint-Loup'yla izinli olduğu bir gece akşam yemeği yediğimiz restoranda, komilerden pardösülerini kapan uyanıkların ikinci itiş kakışı, saat 9:35'te, sihirli fener gösterisi yapılan salonları, restorandan çıkan beylerle hanımların aceleyle yöneleceği sinemalarda filmlerin gösterildiği salonları hatırlatan esrarengiz bir loşlukta gerçekleşiyordu. Ama o saatten sonra, sözünü ettiğim gece benim yaptığım gibi akşam yemeğini evinde yiyip dostlarıyla görüşmek üzere sokağa çıkmış kişiler için, Paris, en azından belli semtler, çocukluğumun Combray'sinden de karanlıktı; ziyaretler, kır evi komşularına yapılan ziyaretlerin havasına bürünüyordu.
Ah! Albertine hayatta olsaydı, akşam yemeğini dışarıda yediğim geceler, onunla sokakta, arkadların altında buluşmak ne hoş olurdu! Önce hiçbir şey göremeyip randevuya gelmediğini zannederek heyecanlanır, sonra ansızın siyah duvarın üstünde o güzelim gri elbiselerinden birinin siluetini, beni görünce gülümseyen gözlerini seçerdim; sonra kimse bizi görmeden, rahatsız etmeden, sarmaş dolaş gezinir, ardından eve dönerdik. Ne yazık ki yalnızdım ve kırda, komşularımı ziyarete gidiyormuşum gibi bir his vardı içimde; Swann akşam yemeğinden sonra evimize gelirken, Tansonville'in karanlığında, teknelerin çekildiği dar yoldan geçip Saint-Esprit Sokağı'na ulaşıncaya kadar nasıl hiç kimseye rastlamıyorduysa, ben de Sainte-Clotilde'den Bonaparte Sokağı'na kadar, dolambaçlı kır yollarına dönüşmüş sokaklarda kimseye rastlamıyordum. Üstelik, hava durumuna bağlı olarak seyahat eden manzara parçaları, artık görünmez olmuş çevrenin zıtlığına maruz kalmadığı için, rüzgârın buz gibi yağmuru kovaladığı gecelerde, bir zamanlar sürekli hayalini kurduğum o azgın denizi, Balbec'tekinden çok daha yakınımda hissediyordum; hattâ daha önce Paris'te bulunmayan birtakım tabiat unsurları, az önce trenden inip tatile, kırın ortasına gelmişim izlenimi uyandırıyordu içimde: örneğin mehtaplı gecelerde ayaklarınızın dibindeki ışık-gölge karşıtlığı. Mehtap, kışın ortasında bile, şehirlerde bilinmeyen görüntüler yaratıyordu; Haussmann Bulvarı'nda, işçilerin artık temizlemediği karların üzerine vuran ay ışığı, Alp'lerdeki buzulları hatırlatıyordu. Ağaçların siluetleri, bu mavimsi yaldızlı karın üzerine, kimi Japon resimlerindeki, Raffaello'nun kimi fonlarındaki incelikleriyle, net ve yalın bir şekilde yansıyordu; her ağacın silueti, doğada, batan güneşin, ağaçların düzenli aralıklarla yükseldiği çayırları yansıyan bir yüzey haline getirdiği zaman sık sık gördüğümüz şekilde, yerde, ağacın dibinde uzanıyordu. Ama bu ağaç gölgelerinin ruh hafifliğiyle uzandığı çayır, harika incelikteki bir arınma sonucu, bir cennet çayırıydı, yeşil değil, yeşim-taşından kara vuran ay ışığı yüzünden öyle parlak bir beyazlıktaydı ki, sanki bu çayır, çiçek açmış armut ağaçlarının taç yapraklarından dokunmuştu. Meydanlardaki çeşmelerin, ellerinde birer buz demeti tutan tanrıları, iki ayrı malzemeden yapılmış heykeller gibiydiler; sanki heykeltıraş, bu heykellerde sadece tunçla billuru birleştirmek istemişti. Bu istisnai günlerde, bütün evler kapkaranlıktı. Ama baharda, aksine, ara sıra polis emrini çiğneyip panjurları kapanmamış bir konak veya bir konağın tek katı, hattâ tek bir odası, elle tutulamayan, koyu bir karanlıkta kendi başına havada dururcasına, salt ışıktan oluşan bir yansıma, yoğunluğu olmayan bir hayalet gibi görünürdü. Başınızı iyice yukarı kaldırıp baktığınızda, o altın yaldızlı loşluğun ortasında gördüğünüz kadın, içinde kaybolduğunuz, onun da adeta hapsolduğu gecenin karanlığında, bir Doğu görüntüsünün esrarengiz, donuk büyüsüyle sarmalanırdı. Sonra geçip giderdiniz; karanlığın içindeki sağlıklı, tekdüze kır yürüyüşünü başka hiçbir şey bölmezdi.
Ne zamandır, bu eserde adı geçen insanlardan hiçbirini görmediğimi düşünüyordum. Sadece 1914 yılında, Paris'te geçirdiğim iki ay süresince, M. de Charlus'ü uzaktan görmüş, Bloch'la ve iki kere de Saint-Loup'yla görüşmüştüm. İkinci görüşmemizde, Saint-Loup, eski halini çok daha fazla hatırlatıyordu; yukarıda aktardığım Tansonville ziyaretimde bende bıraktığı tatsız samimiyetsizlik izlenimini tamamen silmeyi başardı, onda eskiden bulduğum bütün meziyetler tekrar ortaya çıktı. Savaşın ilanından sonraki haftanın başında, ilk kez görüştüğümüzde, Bloch son derece şoven duygular sergilemiş, orduya dönmeyecek olan Saint-Loup ise, Bloch yanımızdan ayrıldıktan sonra, bu konuda çok alaylı konuşmuştu; tavrındaki şiddet karşısında neredeyse dehşete düşmüştüm.
Saint-Loup Balbec'ten yeni dönmüştü. Daha sonra, dolaylı yoldan öğrendiğime göre, restoranın yöneticisine kur yapmış, ama bir sonuç alamamıştı. Yönetici, mevkiini M. Nissim Bernard'dan kendisine kalmış olan mirasa borçluydu. Bloch'un amcasının "himaye"sindeki eski genç hizmetkârın ta kendisiydi. Ama servetle birlikte, fazilet de edinmişti. Dolayısıyla, Saint-Loup'nun onu baştan çıkarma çabaları sonuç vermemişti. İşte bu şekilde, bir tür denkleştirmeyle, namuslu delikanlılar, belirli bir yaştan sonra nihayet bilincine vardıkları tutkulara kendini bırakırken, kolay elde edilen gençler, prensip sahibi adamlara dönüşürler ve eskiden anlatılanlara dayanarak girişimde bulunan, ama geç kalmış olan Charlus'ler, tatsız bir engele çarparlar. Her şey bir zamanlama meselesidir.
"Hayır," diye haykırdı Saint-Loup neşeyle, üstüne basa basa, "savaşa katılmayanların hepsi, ne sebep gösterirlerse göstersinler, aslında ölmek istemedikleri için, korkudan katılmıyorlar." Başkalarının korkusunu vurgularken kullandığından da abartılı bir jestle ekledi: "Ben de birliğime katılmıyorsam, tek sebebi, korkudur, işte o kadar!" Çirkin duyguları gizlemenin tek yolunun, övgüye değer sahte duygular sergilemek olmadığını, hiç değilse gizlemeye çalışıyormuş gibi görünmemek için, çirkin duyguları açıkça göstermek şeklinde yeni bir yöntemin kullanıldığını çeşitli kişilerde fark etmiştim. Saint-Loup'da bu eğilimi güçlendiren bir başka etken de, bir münasebetsizlik yaptığında, pot kırdığında, sitemlerle karşılaşma ihtimali belirince, kasten yaptığım söyleme alışkanlığıydı. Bu alışkanlığı, sanıyorum askeri okulda çok yakın olduğu, derin bir hayranlık beslediği bir hocasından almıştı. Dolayısıyla, bu şaka yollu sözleri, Saint-Loup'nun tutumunu ve başlamakta olan savaşa katılmayışını belirlediği için açıkça bildirmeyi tercih ettiği bir duygunun sözlü onayı olarak yorumlamakta tereddüt etmedim.
Benden ayrılmadan önce, "Oriane Yengemin boşanacağı haberini duymuş muydun?" diye sordu. "Şahsen hiçbir şey bilmiyorum. Ara sıra böyle bir laf çıkıyor, aynı haberi o kadar sık duyuyorum ki, gözümle görmeden inanmam. Ayrıca çok da anlaşılır bulduğumu itiraf etmeliyim; dayım yalnız sosyetede değil, dostlarının ve ailesinin nazarında da harika bir insandır.
1 comment