Yazım kabul edilmiş, hemen dizilmeye verilmişti. "Bir iki yerde ufak tefek düzeltme, birkaç kalem hatası tashih edildi. Kuvvetli bir yazı. Yarın çıkacaktır, on kron."
Güldüm ve ağladım; atlıya sıçraya caddeyi boyladım, durdum, dizime vurdum, sebepsiz, gelişi güzel bastım küfrü. Ve zaman ilerliyordu.
Bütün gece, ta sabaha kadar, caddelerde bağırıp çağırdım; sevinçten aptala dönmüş, durmadan tekrarlıyordum:
Kuvvetli bir yazı. yani küçük bir şaheser, bir deha numunesi. Ve on kron!
İKİNCİ BÖLÜM
Birkaç hafta sonra bir akşam, şehrin dışında idim. Yine mezarlıklardan birine gitmiş, herhangi bir gazete için bir makale yazmıştım. Ben bu işle meşgulken saat on oldu, karanlık bastırdı, mezarlık kapısının kapanma vakti geldi. Karnım açtı, çok aç; on kron pek de çabuk bitivermiş, ağzıma koyduğum son lokmadan bu yana, hemen hemen üç gün, üç gece geçmişti. Kendimde bir bitkinlik hissediyor, kurşunkalemle yazdığım için kesiliveriyordum. Cebimde yarım bir çakı, bir deste anahtar vardı, ama beş on para, hak getire.
Mezarlık kapışı kapatılanca dosdoğru yerime gitmem gerekirdi belki; ama karanlık ve boş odama - şimdilik kalmama nihayet izin koparabildiğim boş bir teneke atölyesine - karşı duyduğum, o içgüdüye benzer korku yüzünden yoluma devam ettim; ayaklarım beni Belediye binasına doğru sürükledi, oradan aşağıya limana vurdum, demiryolu rıhtımında bir kanepeye oturdum.
O anda üzüntülü bir düşünce yoktu kafamda, sefaletimi unutmuştum, yarı karanlıkta asude ve güzel itmam seyretmek beni yatıştırmıştı. Eski alışkanlıkla, demin yazdığım, acı çeken beynime şimdiye kadar yazdıklarınım en mükemmeli gibi görünen yazıyı okuyup sevinmek istedim. Cebimden yazıyı çıkardım, iyi görebilmek için gözlerime yakın tuttum; sayfanın birini bitirip ötekine geçiyordum. Sonunda yoruldum, kağıtları tekrar cebime soktum. Sessizdi her taraf, mavi bir sedef gibiydi deniz, önümde oradan oraya sessizce küçük kuşlar uçuşuyorlardı. İlerde bir polis devriye geziyor, başkaca kimsecikler görünmüyor, bütün liman sessizliğe gömülü, uyuyordu.
Servetimi saydın yeniden: Bir yarım çakı, bir demet anahtar; fakat tek metelik yok. Birden elimi cebime attım; kağıtlarımı çıkardım tekrar. Mekanik bir hareket, şuursuz bir sinir deprenişiydi bu. Temiz, yazısız bir kağıt aldım ve silindir biçimi bir külah yaptım; içi doluymuş hissini verecek şekilde iki ucunu dikkatle kapadım ve fırlattım kaldırıma doğru. Rüzgarın tesiriyle biraz daha uzağa sürüklendi, sonra durdu.
Ve açlık başıma vurmaya başlamıştı. Oturduğum yerden, sanki çil gümüş paralarla şişkin, bu beyaz fişeğe bakıyor, külahın içinde sahiden de bir şeyler bulunduğuna, kendimi inandırmaya çalışıyordum. Dimdik oturuyor, kağıt fişekte kaç para olduğunu bilmeyerek iteliyordum kendimi. Doğru bildim mi, benimdi para! Küçük, minyon onluk öre'leri en altta; kenarları çentikli, iri kronları da onların üstünde hayal ediyordum. Madeni paralarla doluydu fişek! Oturduğum yerde gözlerimi dört açmış, kağıt fişeğe bakıyor, gidip bu paraları gizlice iç etmek için kendimi ayartmaya çalışıyordum.
Derken polisin öksürdüğünü duydum. Aynı şeyi yapmak, aklıma nereden esmişti? Kanepeden kalktım ve öksürdüm, işitsin diye de üç kere tekrarladım öksürmemi. Bir gelse nasıl da atılırdı kağıt fişeğin üstüne. Bu oyun çok hoşuma gidiyor, keyfimden ellerimi ovuşturuyor, içimden ağır küfürler savuruyordum. Umduğunu bulamayacaktı. Oynadığım bu madikten sonra cehennemin dibine kadar yolu vardı keratanın! Açlık başıma vurmuş, beni sarhoşa çevirmişti.
Bir iki dakika sonra polis yaklaştı; demir topuklarım kaldırımda takırdatarak, sağıma soluna bakınarak geliyordu.
Acele etmiyordu, önünde bütün bir gece vardı nasıl olsa.
1 comment