Yanımdan geçen bir köpek, bir beyin yakasına takılı sarı bir gül, düşüncelerimdeki ahengi bozuyor, beni uzun zaman meşgul ediyordu. Neyim eksikti benim? Tanrı beni mi göstermişti? Neden bir başkasını değil de beni? İlle gösterilecekse niçin Güney Amerika'daki bir adam gösterilmiyordu? İşi kurcalayıp derin düşündüm mü aklım karışıyor. Kaderin cilvesine mihenk ve tecelli taşı olarak neden benim seçildiğimi bir türlü anlayamıyordum. Beni bulmak için bütün bir dünyayı atlayıp geçmek, çok garip bir usuldü doğrusu. Eski kitaplar satan Pascha, sevkiyatçı Hennechen de ne güne duruyordu! Yürüyor, bu meseleyi düşünüyor, gerisini getiremiyordum. Boş bir kanepe görüp oturduktan sonra da bu mesele, zihnimi kurcalayıp başka şeyler düşünmeme engel olmaya devam etti. Aksiliklerin başladığı o mayıs gününden beri kendimde, gitgide artan bir dermansızlık hissediyordum. Kendimi istediğim gibi çekip çeviremeyecek kadar bitkindim adeta. Ufak ve zararlı bir sürü hayvan içime dolmuş, beni oyup boşaltmıştı. Ayağa kalkıp kanepenin önünde gezinmeye başladım.
Olanca varlığım, o anda, ıstırabın son demlerini yaşıyordu. Kollarımda bile ağrılar hissediyor, kollarımı her zamanki gibi tutmak, bana dayanılmaz acılar veriyordu. Son defa yediklerinim ağırlığı beni şiddetle rahatsız ediyordu; tıka basa yemiştim, sinirliydim, sağa sola bakınmadan gezinip duruyordum; çevremdeki insanlar geliyor, gölgeler gibi önümden kayıp gidiyorlardı. Derken benim kanepeye birkaç erkek oturdu sigaralarını yakıp yüksek sesle konusmaya başladılar. Tepem attı, çıkışmak istedim, ama geri dönüp parkın öte ucuna gittim, bir başka kanepe bulup oturdum.
Uzunca zaman aç kalsam beynim azar azar dışarı akıyor, kafamın içi boşalıyordu sanki! Bunu açıkça hissetmiştim. Başım hafifliyor, yok oluyor ve ben onun ağırlığını omuzlarımda artık duymuyordum. Birisine bakacak olsam, gözlerimin alabildiğine açıldığı hissi beliriyordu içimde.
Kanepede oturmuş, bütün bunları düşünüyor, sürüp giden eziyetler yüzünden gittikçe daha çok hırslanıyordum. Sessizce kendi kendimle konuştum, alaycı bir tavırla başımı omzuma dayadım. Ne diye tasa çekiyordum sanki; ne tıkınacağımı, ne içeceğimi, fani vücut dedikleri bu rezil solucan torbasını hangi çullara bürüyeceğimi düşünerek?
Talebeler korusundan doğru rüzgar, kulağıma müzik sesleri getiriyordu; saat ikiyi geçiyordu şu halde. Kağıtlarımı çıkardım, biraz bir şeyler yazayım diyordum, cebimden berber kanesi düştü. Açıp içindeki yaprakları saydım, altı yaprak vardı daha. Çok şükür, dedim gayri ihtiyari, daha birkaç hafta tıraş olabilir, insan yüzüne çıkabilirim! Henüz sahibi olduğum bu küçük servetten ötürü, içimde bir bahtiyarlık hissettim; yapraklarım dikkatle düzleyip karneyi cebime yerleştirdim.
Fakat yazamıyordum bir türlü. Birkaç satırdan sonra ilham kesilmişti, aklım başka taraflardaydı, belli bir noktaya toplayamıyordum düşüncemi. Her şey bana tesir ediyor, dikkatimi dağıtıyor, gördüğüm her şey bende yeni izlenimler veriyordu. Kağıda sinekler, sivrisinekler konuyor, beni rahatsız ediyorlardı. Uzaklaştırmak için üzerlerine üflüyor, daha daha kuvvetle üflüyor, ama bir başarı elde edemiyordum. Küçük canavarlar kıç üstü çöküyor, ağırlaşıyor, dayatıyorlar, incecik bacakları yamuklaşıyordu. Yerlerinden kımıldatmak mümkün olmuyordu. Tutunmak için muhakkak bir şey buluyorlar, tabanlarım ya bir virgüle, ya da kağıttaki bir pürüze dayıyor, bozulmayı imkansız bir sessizlik içinde öylece duruyor, neden sonra canları isteyince kalkıp gidiyorlardı.
Bu küçük canavarlar, uzun zaman beni işgal etmekten bıkmadılar; bacak bacak üstüne atıp bir hayli, onları seyrettim. Birdenbire, parkın ilersinde, bir veya iki klarnet sesi, tiz perdeden, yükseldi; düşüncelerime yeni bir hız verdi. Makalemi hazırlayamadığımdan dolayı sıkıntılı, kağıtlarımı tekrar cebime soktum, kanepede arkama yaslandım.
1 comment