Kapıya yönelmişken, sanki bir şey unutmuşum gibi, yine geri döndüm. Ona durumu açıklamak, boynumun borcuydu sanki. Dikkatim çekmek için bir şarkı mırıldanmaya başladım. Sonra kalemi elime alıp havaya kaldırdım.
"Rasgele bir kalem için bu kadar yolu yürümek aklıma bile gelmez." dedim. Ama kalem bu olunca iş değişir, bu başka. Değersiz bir şey gerçi, fakat benim şu yeryüzündeki mevkiim aşağı yukarı bu kalem sağladı; hayattaki yerimi ben adeta ona borçluyum.
Bu kadar söyledim. Adam tezgahın ta yanına geldi:
"Yaa!" dedi, hayretle yüzüme baktı.
Soğukkanlılıkla devam ettim: "Felsefî bilgi üzerine üç ciltlik eserimi ben bu kalemle yazdım. Bu kitaptan bahsedildiğini siz hiç duydunuz mu?"
Adam, bu ismi, bu başlığı duymuş gibiydi.
"Evet!" dedim, işte onu ben yazdım. Şu halde bir kurşun kalemi artığını, şu ufacık parçayı geri almak isteyişime hayret etmemelisiniz. Bence çok kıymetlidir o, bir küçük insan gibidir benim için. Lütfunuza candan teşekkür ederim. Bu iyiliğinizi unutmayacağım. Hayır, hayır, cidden unutmayacağım. Mert olan sözünde durur, böyleyim ben. Siz buna layıksınız. Hoşçakalın!"
Ardından kapıya yürüdüm. Nazik adam gidiyorum diye yerlere kadar eğilip iki kere selam verdi bana. Tekrar döndüm hoşçakalın, dedim.
Merdivende bir kadıncağıza rastladım, elinde bir valiz vardı, öylesine çalımlıydı ki, bana yol vermek için, korkup kenara çekildi. Elim kendiliğinden cebime gitti, bir şey vermek istedim. Cebimin boş olduğunu görünce boynumu kırdım, başım önümde yanından geçip gittim. Az sonra onun da rehincinin kapışını vurduğunu duydum. Kapıda tel örgü vardı, bir ayak bileği değince telin çıkardığı hafif tıkırtıyı işittim o anda.
Güneyde idi güneş, saat de aşağı yukarı on iki. Şehir ayaklanmaya başlamıştı, gezinti vakti yaklaşıyor, selamlaşan, gülüşen halk, Kari Johan caddesinde o yana bu yana gidiyordu. Kollarımı gövdeme yapıştırıp küçüldüm; üniversite yanında bir köşeyi tutmuş, gelip geçeni seyreden birkaç tanıdığın önünden gizlice sıvıştım. Düşüncelere dalmış, saray tepesine gidiyordum.
Hafif ve keyifli bir sarışınlar başlarını sallıyor, hayatın içinde bir balo salonunda gibi salmıyorlardı. Bu gözlerin hiçbirinde kaygı yoktu, omuzların hiçbirinde yük. Bu şen gönüllerde belki tek üzüntü, belki tek gizli kahır yoktu. Ve ben genç ve çiçeği burnunda bu insanlarla yan yana yürüyordum, saadetin ne olduğunu çoktan unutmuş, içimde bu düşünceyi okşayıp, korkunç bir haksızlığa uğradığım sonucuna varıyordum. Şu son ayların bu acayip zulmü neydi bana karşı? Eski salim kafamı bulamıyordum artık. Her zaman, her yerde en tuhaf azapları ben çekiyordum.
Hayallerime işleyen, kuvvetlerimi darmadağın eden ufak tefek, manasız tesadüflerin, sefil teferruatın baskınına uğramaksızın, bir başıma, ne bir park kanepesinde oturabiliyor, ne de bir tarafa gidebiliyordum.
1 comment