Annem bile bu kadar ertelenmesini gülünç buluyordu. Onunla çoktan evlenmem gerekirdi, şimdi yapmam gereken de bu, tek kelimesi bile doğru olmayan o mektubu yazmasının sebebi de bu; sırf bunu başarabilmek için, birkaç saatliğine, onun da benim kadar istediği şeyden, yani buraya dönmekten vazgeçti. Evet, istediği buydu, davranışının ardındaki güdü buydu," diyordu merhametli aklım; ama bunu söylerken, aklımın, başından beri benimsediği varsayıma göre konuştuğunu hissediyordum. Oysa ben, sürekli öteki varsayımın doğrulandığının farkındaydım. Şüphesiz, bu ikinci varsayım, Albertine'in Mlle Vinteuil'le ve hanım arkadaşıyla ilişkisi olduğunu açıkça ifade edecek kadar cüretkâr olamazdı asla. Bununla birlikte, Incarville garına girdiğimiz esnada, bu korkunç bilgi beni yere yıktığında, ikinci varsayım doğrulanmıştı. Bu varsayım, Albertine'in böyle kendiliğinden, önceden haber vermeden, onu engellememe zaman tanımadan beni bırakabileceğini hiçbir zaman ifade etmemişti. Her şeye rağmen, hayatın bana attırdığı dev adımla karşıma çıkan gerçek, bir cinayetin veya devrimin içyüzü konusunda, sorgu yargıcının veya tarihçinin araştırmaları sonucu ya da bir fizikçinin keşfi sonucu ortaya çıkan gerçek kadar yeniydi; öte yandan, bu gerçek, ikinci varsayımımın cılız tahminlerini aşmakla birlikte, onları doğruluyordu da. İkinci varsayım, aklın varsayımı değildi; Albertine'in beni öpmediği akşam, pencere sesini duyduğum gece kapıldığım panik halindeki korkular da akla dayalı değildi. Ne var ki, –sonraki bölümlerde açıkça göreceğimiz ve çeşitli olayların daha önce işaret ettiği gibi–, aklın, gerçeği kavramak için en uygun, en güçlü, en keskin araç olmaması, işe bilinçdışı bir sezgicilikle, önsezilere körü körüne bir inançla değil de, akılla başlamak için, fazladan bir sebep teşkil eder. Kalbimiz veya zihnimiz için en önemli şeyin ne olduğunu, bize mantığın değil, başka güçlerin gösterdiğini, yaşadıkça, adım adım, tecrübeyle öğreniriz. Böylece, başka güçlerin üstünlüğünü kendiliğinden fark eden akıl, mantık yürüterek bu güçler karşısında pes eder ve onlarla işbirliği yapmayı, onlara hizmet etmeyi kabul eder. Deneysel inanç. Başıma gelen bu beklenmedik felaket de (tıpkı Albertine'in iki lezbiyenle ilişkisi gibi) bana tanıdık geliyordu, çünkü (onun söylediklerine istinaden aklımın aksine iddialarına rağmen), Albertine'in bu esaretten duyduğu bıkkınlığın, dehşetin pek çok işaretini görmüştüm; bu işaretler, adeta görünmez bir mürekkeple, onun hüzünlü, itaatkâr gözbebeklerine, açıklaması olmayan bir kızartıyla aniden alevlenen yanaklarına ve sertçe açılan pencere sesine çizilmişti sanki. Şüphesiz, bu işaretleri sonuna kadar yorumlamaya, onun aniden gideceğini açıkça düşünmeye cesaret edememiştim. Albertine'in varlığıyla dengelenen bir ruh hali içinde, belirsiz bir tarihte, yani var olmayan bir zamanda, benim tarafımdan ayarlanacak bir ayrılık düşünmüştüm sadece; dolayısıyla, ayrılığı düşündüğüm yanılsamasını yaşamıştım; aynı şekilde, sağlıkları yerindeyken ölümü düşünen kişiler de, ölümden korkmadıklarını zannederler, aslında yaptıkları, ölümün yaklaşmasıyla değişecek olan bir sağlık halinin ortasına, tamamen olumsuz bir düşünceyi sokmaktır. Ayrıca, Albertine'in kendi isteyeceği bir ayrılık fikri, son derece açık seçik bir biçimde, yüzlerce kez aklımdan geçmiş olsaydı bile, bu ayrılığın benim açımdan, yani gerçekte nasıl bir şey olacağını, ne kadar bambaşka, korkunç, bilinmedik, yepyeni bir acı olacağını yine tahayyül edemezdim. Bu ayrılığı öngörmüş ve yıllar boyunca aralıksız düşünmüş olsaydım bile, bütün bu düşünceler, birbirine eklendiğinde, Françoise'ın, "Mademoiselle Albertine gitti" sözleriyle gözlerimin önüne serdiği akıl almaz cehennemle, yalnız yoğunluk açısından değil, nitelik açısından da, en ufak bir benzerlik sergilemezdi. Hayalgücü, bilinmedik bir durumu canlandırmak için, bildik unsurlardan yararlanır ve bu yüzden de, bilinmedik durumu canlandıramaz. Ama duyarlılık, en fiziksel şekliyle bile, yeni olayın uzun süre silinmeyen, özgün imzasını, çatallı bir yıldırım çizgisi misali taşır. Bu ayrılığı öngörmüş olsam dahi, bütün dehşetiyle kafamda belki canlandıramayacağımı, hattâ Albertine bu ayrılığı bana bildirmiş olsa, tehditlerle, yalvarmalarla belki engelleyemeyeceğimi düşünmeye bile cesaret edemiyordum neredeyse! Venedik'e gitme arzusu nasıl da uzağımda kalmıştı! Tıpkı bir zamanlar, Combray'de, bir tek şeyin, annemin odama gelmesinin önem taşıdığı anlarda, Mme de Guermantes'ı tanıma arzumun uzağımda kalışı gibi. Zaten bu yeni yürek daralmasının çağrısıyla, çocukluğumdan beri yaşadığım bütün kaygılar hemen koşup gelmiş, onu pekiştirmiş, onunla bütünleşip beni boğan bir kütle oluşturmuştu.
Hiç şüphesiz, böyle bir ayrılığın yüreğimize indirdiği ve vücudun o müthiş kaydetme yeteneği sayesinde, acıyı, hayatımızın bütün ıstıraplı dönemleriyle eşzamanlı kılan fiziksel darbeden kaçınmaya ant içmişizdir; –başkalarının acılarına pek aldırmadığımız için– yaratacağı pişmanlığı azami düzeye çıkarmak isteyen kadının, sırf daha iyi şartlar talep etmek amacıyla, sahte bir ayrılık sahneliyor da olsa, bizi yaralamak amacıyla veya intikam almak, sevilmeye devam etmek ya da (bırakacağı hatıranın niteliğini düşünerek) etrafında örüldüğünü hissettiği o bıkkınlık ve kayıtsızlık ağını şiddetle parçalamak istediği için, temelli –temelli!– ayrılıyor da olsa, belki biraz güvendiği bu darbeden kaçınmaya kendi kendimize söz vermiş, dostça ayrılacağımızı düşünmüşüzdür. Ne var ki, gerçekte nadiren dostça ayrılınır, çünkü arada dostluk varsa, zaten ayrılınmaz! Ayrıca, en kayıtsız davrandığımız kadın bile, ondan bıkmamıza sebep olan alışkanlığın, bir yandan da giderek bizi kendisine bağladığını, belli belirsiz de olsa, hisseder ve gideceğini haber vermeyi, dostça ayrılığın temel koşullarından biri olarak görür. Ama önceden haber vermenin, engellemeye yol açmasından korkar. Her kadın, bir erkeğin üzerindeki gücü ne kadar fazlaysa, gitmenin tek yolunun da kaçmak olduğunu hisseder. Kraliçe olduğu için kaçak olmak zorundadır. Daha bir dakika önce verdiği bıkkınlıkla, gidişinin yarattığı o şiddetli yeniden ele geçirme ihtiyacı arasında muazzam bir uçurum olduğu doğrudur. Ama bunun, bu eser boyunca gördüğümüz ve ileride göreceğimiz nedenlerin dışında da bazı nedenleri vardır. Her şeyden önce, ayrılık çoğunlukla –gerçek ya da tahmini– kayıtsızlığın en fazla olduğu anda, yani sarkacın salınımının en uç noktasında gerçekleşir. Kadının, "Hayır, bu böyle devam edemez," diye düşünmesinin sebebi, erkeğin sürekli onu terk etmekten bahsetmesi veya bunu düşünmesidir; sonunda, terk eden, kadın olur.
1 comment