Dün, ders kitaplarını almış eve giderken, kimi üniversite öğrencisi kimi de subay olan akranlarıyla karşılaşmış, bir zamanlar kendisinden hoşlanmış olan o kişiler, hâlâ o tüysüz öğrencilerin yanında oturup, öğretmenin yavan bir sesle anlattığı safsataları dinlemek zorunda olduğu için Liebmann’ı az görülür bir aşağılamayla, kendilerini ağırdan alarak selamlamışlardı. Boğazında öfkenin ve çaresizliğin kızgın gülüşünü hissetti. Kendini yere atıp küçük bir çocuk gibi ağlamaması neredeyse kendisini de şaşırtmıştı. Ya da ayağa fırlayıp bu insanların önünde yere tükürmemesi.
Acısını parçalara ayırmaya başladığı için gitgide sakinleşti. En derin acının verebileceği acımasız bir soğukkanlılıkla küçük parçalara ayırdı onu. Bu alınyazısı yalnızca kendisine mi özgüydü? Daha binlerce insanın aynı yazgıyı paylaştığını, kendi başından geçenlerin her gün rastlanan bir trajedi olduğunu biliyor, ama yine de şimdiye kadar hiç kimsenin bunu böyle sert bir biçimde yaşamadığını düşünüyordu. Bir bezgin? Dünyada kaç tane böyle insan vardı ki! Ama bu işin nasıl başladığını düşündükçe acı çekiyordu, yani kaldığı ilk sınavı. Şu anda on adım ötesinde oturan ve kendisine metelik vermeyen bu öğretmen, hayatı boyunca bir dakika, bir saniye bile, yüzeysel bir karar vermekle nasıl bir şeye yol açtığı üzerinde kafa yormamış olan bu adam, nasıl da düşüncesizce onu sınavda bırakmıştı. İlerleme gösteren bir gelişmenin önünün nasıl kesildiği ve bir insanın yaşamının zorla bir başka yöne çevrildiği üzerinde kafa yormamış olan bu adam. İlk kez sınıfta kalıp sene kaybettiğinde geçirdiği değişimi hâlâ açık seçik anımsıyordu. Aşırı ama yine de bir işe yaramayan çalışkanlığı yavaş yavaş silinip koyu bir umursamazlığa dönüşmüş, edebiyata ve sanata duyduğu ilgi bir anda, kesin bir biçimde yok olmuştu, bu darbenin acımasızlığı bedensel yaşamının en uzak noktalarına kadar kendisini hissettirmişti. Çalışma şevki yavaş yavaş sönmüş, zihinsel etkinliği gitgide boş düşlerin fantastik dünyasında kaybolmuştu; merkezinde hep kendisinin olduğu bu düşler, gerçek yaşamda gücü yetmeyeceği için asla elde edemeyeceği binlerce görüntü ve başarı sunuyorlardı ona. Ve böylece ağır ağır çökmeye, zamanını boşa geçirmeye başladı. İkinci kez sınıfta kaldığında bundan etkilenmedi bile, ama önüne geçemeyeceği bir düşüşün başlamış olduğunun farkındaydı. Yirmi bir yaşında hâlâ lisede olmak, üstesinden gelemediği tek acıydı, bu acı ona her şeyi unutturuyordu. Bu durumun nedenlerinin köküne indiğinde hep aynı noktaya ulaşıyordu: şanssızlıkla, gerçekten şanssızlıkla sınavı geçemediği güne. Kara kara düşündükçe karanlık bir fikir doğdu kafasında; boş, dayanaksız bir tahmindi bu, ama onun hastalıklı ve yeğin düşüncelerini kesin kanıya çevirdi, bu iş bir rastlantı olmayabilirdi. Gizli bir kin, açığa vurulmayan bir neden yüzünden öğretmeni böyle davranmış olabilirdi. Bu inanç içinde kök saldıktan sonra, ruhunda duyduğu kinden başka bir şeye yer olmadı.
Daha öğretmenin yüzünü görür görmez, içinde kabaran bu güçlü duyguların pençesinde tir tir titremeye başlıyordu. Sararmış papaz suratıyla nasıl da oturuyordu o kürsüde öğretmen. O yapışkan sesiyle ve nasıl da yalan atarak, yavan yavan önemsiz şeyler anlatıyordu, hem de hayatında hata yapmamış gibi kendinden emin bir ciddiyetle! Ve bu insan ona talimat verecek, yaşamı üzerinde karar sahibi olacaktı ve olmuştu da; bunu düşünmek bütün sinirlerini geriyordu, kendisi de farkında olmadan yumruklarını sıktığını, gözlerinin nefretle dolu olarak adama dikildiğini hissediyordu.
Tam o sırada öğretmen ona doğru döndü ve Liebmann’ın bakışını yakaladı. Bir şeyin farkında değilmiş gibiydi, yalnızca ağzının kenarındaki çizgi derinleşti, sert, keyifsiz bir hat oluştu. Kayıtsız bir sesle konuştu.
“Liebmann, gözlerinizi havaya dikeceğinize kitabınıza baksanız ve dikkat etseniz daha iyi olur.”
Liebmann irkildi. Kendisine öğretmenlik taslanması, suratına vurulan sıcak bir damga gibiydi. İnadı kabardı. Susmamalıydı!
“Sizi dinliyordum sayın öğretmen!”
“Çok iyi Liebmann, öyleyse anlattığımı yineleyin bakalım.”
Sakince söylenmişti bu sözler, hatta maksatlı değildi belki de. Ama Liebmann bu sözlerde adi bir hainlik gördü, ne söyleyeceğini bilemedi, dudaklarını sertçe ısırdı. Ama belli belirsiz bir uyarı hissetti içinde, bu oyun bir felakete dönüşebilirdi, kader, her günkü gaddar oyununu yinelemek isteyebilir ve en basit ve önemsiz şeylerden önceden tahmin edilemeyecek sonuçlar çıkarabilirdi. Bir şeyler olacağını biliyordu, çünkü cesaretinin ve umarsızlığının bilendiğini, binlerce saattir birikmiş olan kinin geniş bir ırmağa dönüştüğünü, yatağından taşmak istediğini hissediyordu. Ama yine de kendini tutabildi, solgun dudakları titreyerek sustu.
Öğretmen birkaç saniye bekledi.
1 comment