Tabur hemen toparlandı. Baskına uğradıklarını sanmışlardı, komutlar verildi, trampetler çalındı. Sonra sessizlik oldu. Silahlar hazırlandı, beklemeye geçildi, soluklarını tutarak beklediler. Ama düşman görünmedi, gönderilen öncüler de bir şey bulamadılar. O zaman herkes rahat duruşa geçti. Yapılan bu hata konusunda uzun uzadıya düşünmeksizin –ölen ne de olsa bir İspanyol’du– askerler yeniden silahlarını omuzladılar, ormanın içlerinden, Hostalrich’e doğru yürüyüşlerine devam ettiler.

Askerlerden birkaçı, cesedi yağmalamak için sıradan çıktılar. Can çekişen adamın göğsünden hırıltılar gelmesine aldırmadan onun giysilerini çekiştirip ceplerini karıştırdılar. Kanlı paçavraların arasında kayıp albayın onur madalyasını bulunca da tarifsiz bir öfkeye kapıldılar. Napoléon’un madalyası bir İspanyol haydudun cebindeydi ha! Tüfeklerinin dipçiklerini hırsla indirip sözüm ona katilin beynini dağıttılar, öfkeden gözleri dönerek adamın çıplak bedenini yumrukladılar ve küfürler savurarak onu tekmelediler; sonra da zavallının cesedini tutup tarlaya doğru öyle bir fırlattılar ki, albay –havayı korkunç bir biçimde kollarıyla yararak– kolları bacakları iki yana açılarak, kocaman, parlak bir haça benzeyerek, kavrulmuş, kara keseklerin üzerine ak bir leke gibi düştü.

BEZGİNLİK

Kilisenin kulesindeki saatin yanından geçerken epeyce gecikmiş olduğunu fark etti. Ders kitaplarını koltuğunun altına sıkıştırarak, tembelce yürümekten vazgeçip hızlandı. Ama çok geçmeden yine fikrini değiştirdi. Yaz gününün öğle sıcağı onu tembelleştirmişti, aslında Yunanca dersine zamanında gitmenin pek önemli olmadığını düşünüyordu. Böylece ağır adımlarla, buram buram ısı yükselen kaldırımın üzerinde okula doğru yürümeye devam etti. Okula varınca tam on dakika gecikmiş olduğunu gördü, bir an, acaba geri dönsem daha mı iyi olur diye geçti aklından. Ama bugün yemek masasında ailesinden dinlediği sıkıcı söylevin devamıyla karşılaşmak düşüncesi öyle iticiydi ki kararlı adımlarla sınıfa doğru yürüdü, sert bir el hareketiyle kapıyı açtı.

Birden kapıda görününce sınıfta bir dalgalanma oldu. Arka sıralardan alaycı kıkırdamalar duyuldu, ön taraftaki sıralardan kendisine bakanların yüzlerinde de kibirli gülümsemeler belirdi. Kürsüdeki öğretmen kendini beğenmiş bir gülümsemeyle ona baktı ve yarı duyulur bir sesle, karşısındakini hor görürcesine, “Bir kez olsun zamanında gelmeniz, bir mucize olurdu, Liebmann,” dedi. “Geç kalmakta gösterdiğiniz çabayı ve kararlılığı başka bir şeyde göstermiyorsunuz.”

Artık bütün sınıf kıkır kıkır gülmeye başlamıştı, hatta bangır bangır kahkaha atanlar da vardı. Herkesin gözleri Liebmann’ın üstündeydi. Liebmann ne yanıt verdi, ne de yüzünün ifadesi değişti. Ama gülenlerin arasından geçip yerine giderken sakinliğini koruması pek kolay olmadı. Bu acı veren sahneyi ne zaman yaşasa içinin derin bir yerinde bir acı başlar, öfkesini zaptetmeye çalışırdı. Düşünmeksizin kitabını açtı, hangi sayfayı açtığına bile bakmamıştı ve gözlerini harflere dikti, sonunda harfler kara, titrek bir burgaç gibi gözlerinin önünde dans etmeye başladılar. Sınıftaki bütün sesler ve sözler, anlamsız ve kulaklarına çirkin gelen bir gürültüye dönüştüler. Her şeye karşı duyduğu umursamazlık kurşun gibi çökmüştü üzerine.

Sırasının ön tarafında birkaç güneş halkası oynaşıyordu. Rengârenk çizgiler, zıplayan, sevinçle haykıran çocuklar gibi dönüyorlar, parlak renkleri yumuşacık, bembeyaz eller gibi sıranın üstünden sessizce süzülüyordu. Liebmann merak eder gibi baktı onlara ama görmüyordu bile. Hayal dünyasına dalmıştı. Bir akşam önce, yine bir rastlantı yaşamının aynasını yüzüne tutmuştu.