Ceketinin sağ dirseği yırtıktı, ortadaki düğme düşmüştü; hazır alınmış flanel pantolonu lekeli ve ütüsüzdü. Üstten baktığınızda bile ayakkabılarının pençe istediğini anlayabilirdiniz.
Kalktığında pantolon cebindeki paralar şıngırdadı. Orada tam tamına kaç para olduğunu biliyordu. Beş buçuk peni – iki buçuk peni, bir de üç penilik madeni para vardı. Durdu, o sefil üç peniliği aldı ve baktı. Canavar, beş para etmez şey! Onu alansa aptalın aptalı! Dün, sigara alırken oldu olay. Küçük tezgâhtar fahişesi “Üç peni vermemin sakıncası yok, değil mi efendim?” diye ötmüştü. O da almıştı elbet. “A, hayır hayır, hiç sakıncası yok!” demişti – aptal kafa!
Dünyada sadece, üçünü harcayamayacağı beş buçuk peniden başka bir şeyi olmadığını düşünmek yüreğini eziyordu. Çünkü, sonuçta üç peniyle ne alınabilir? Bozuk para değil bu, bir bilmecenin yanıtı. Bu parayı bir avuç bozuk para arasında değil de tek başına cebinden çıkardığında, çok gülünç duruma düşer insan. “Kaç para?” dersiniz. “Üç peni,” der satıcı kız. Sonra cebinizi arar, tarar, nihayet o saçma küçük şeyi dımdızlak, bir gazoz kapağı gibi tutarsınız parmaklarınız arasında. Satıcı kız burnuyla yoklar durumu. Dünyadaki son üç peninizi elinizde tuttuğunuzu şıp diye anlar. Kızın elinizdekine kaçamak bir bakış baktığını görürsünüz – hepsi bu mu, bu para Noel muhallebisinden mi çıkmış acaba demektedir içinden. Burnunuz havada dükkândan çıkarsınız, oraya da bir daha adım atamazsınız. Yok! Son meteliği harcamayacağız. İki buçuk peni kaldı – cumaya kadar iki buçuk peni.
Öğle tatili sularıydı, ya bir iki müşteri gelirdi ya da hiç. Yedi bin kitapla baş başaydı. Toz ve eski kâğıt kokan ve büroya açılan küçük karanlık bölüm tepeleme kitap doluydu, çoğu eskiydi, satılacak durumda değildi. Tavana yakın üst raflarda toplu mezarlarda sıra sıra dizilmiş tabutlar gibi yan yatmış uyuklamakta olan nesli tükenmiş A3 boyutunda ansiklopediler bulunuyordu. Gordon bitişik odaya kapı görevi gören tozla kaplı mavi perdeyi çekti. Diğerinden daha iyi aydınlanmış olan bu odada ödünç verilen kitaplar bulunuyordu. Kitap kurtlarının pek rağbet ettiği şu “iki penilik depozitosuz” kütüphanelerdendi burası. Raflarında roman dışında kitap yoktu elbet. Hem de ne romanlar! Ama bundan doğal ne olabilirdi?
Tam tamına sekiz yüz roman odanın üç duvarını tavana dek kaplıyordu; kitaplar, hafif uzun yuvarlak dikdörtgen sırtlar, sıra sıra, sanki duvarlar dikine döşenecek çok renkli tuğlalar için özel yapılmışçasına dizilmişti. Alfabetik olarak sıralanmışlardı. Arlen, Burroughs, Deep-ing, Dell, Frankau, Galsworthy, Gibbs, Prietley, Sapper, Walpole.
1 comment