Bu sessizlik, uçsuz bucaksız sonsuzluğun ve kaçınılmaz zorunluluğun olanca ağırlığıyla üzerlerine yükleniyor; ruhlarını taa derinden kavrayarak benliklerine işliyor; dünya nimetlerine olan aşırı tutkularını, gelip geçici coşkularını, uçarı heveslerini! ezerek son damlasına kadar posasını çıkarıyor; büyük ve yenilmez doğa güçlerinin parmağında oynattığı, zavallı akılları ve yetersiz bilgileriyle onları ufacık birer güneş lekesine döndürüyordu. Bir iki saat geçti... Pek kısa süren günün can çekişen ışıkları silinmeye yüz tutarken, uzaklardan hafif bir çığlık yükseldi. Bir anda havaya dağılıp yankılandıktan sonra yavaş yavaş eriyip söndü. Eğer bu acılı çığlıkta bir vahşet ve açlık havası bulunmasaydı, yitik bir ruhun iniltili yakarışı sanılabilirdi. Öndeki adam başını arkaya çevirdi, arkadaşıyla göz göze geldi, ince uzun tabutun üzerinden anlamlı anlamlı kafa salladılar birbirlerine. Çok geçmeden sessizliği bir bıçak gibi yırtan ikinci bir uluma daha işitildi. Adamlar bu seslerin daha demin arkalarında bıraktıkları kar çölünden kopup geldiğim anlamışlardı. Derken, aynı yönden bir üçüncü uluma daha yükseldi, ikincisine verilen bir yanıltı sanki bu ve onun azıcık solundan gelmişti. Öndeki adam:
"Peşimize takıldılar, Bill," dedi.
Sesinin tonu boğuk ve ürkekti, sanki konuşurken büyük bir güç harcamak zorunda kalıyor gibiydi.
Arkadaşı:
"Et kıtlığı var," karşılığını verdi. "Günler var ki tek bir tavşan izi bile görmedim." Başka bir şey konuşmadılar. Kendilerini izleyenlerin ısrarlı ulumalarına kulak kesilmişlerdi. Ortalık kararınca köpekleri ırmak boyundaki ladin koruluğuna hayladılar, kampı orada kurdular. Ateşin hemen kıyısındaki tabut hem oturmak hem de yemek yenilecek bir yer işine yarıyordu. Ateşin arkasındaki kurda benzeyen köpekler kendi aralarında hırlaşıp dalaşıyor, ama bulundukları yerden ayrılarak karanlığa dalmayı göze alamıyorlardı.
Bill:
"Şunlara bak, Henry," dedi. "Nedense kampı bırakıp gitmeye çalışmıyor bunlar, garip şey doğrusu..." Henry içine bir buz parçası attığı ibriği ateşe sürerken başını salladı. Sonra işini bitirip tabutun üzerine oturdu, yemeğini yemeye başlayıncaya dek hiç konuşmadı.
"Postun pahalı olduğunu ve onu nerede kurtarabileceklerini biliyorlar elbet. Kolay kolay kurtlara yem olmaz onlar, tersine yerler. Pek akıllıdırlar." Bill, başını sallayarak:
"Bilmem ki valla, umarım öyledirler," dedi. Arkadaşı başını kaldırıp şaşkınca baktı:
"Bizim köpeklerin akıllarını beğenmediğini ilk kez işitiyorum senden." Bill ağzına attığı fasulyeleri ağır ağır çiğnerken:
"Dinle, Henry," dedi. "Köpeklere yem verirken nasıl gürültüyle itişip kakışıyorlardı, işittin ya?" Henry: "Evet," diye onayladı. "Her zamankinden fazla huysuzluk ettiler." "Kaç köpeğimiz var, Henry?"
"Altı."
"Peki ama... "
Bill sözlerinin önemini vurgulamak istercesine bir an sustu, sonra ağır ağır sürdürdü:
"Evet, altı köpek var diyordum ben de. Altı balık çıkardım, köpek başına 'birer balık verdim, ama yine de biri açıkta kaldı." "Yanlış saymışsındır canım."
Bill:
"Yok daha neler!" diye diretti. "Altı köpeğimiz var diye, tuttum altı tane balık çıkardım. Ama gel gör ki, Tekkulak balıksız kaldı işte. Sonra gidip bir tane de ona getirdim." "İyi ama Bill, topu topu altı köpeğimiz var, nasıl olur?" "Henry, hepsi köpekti diyen yok ki sana! Balık verdiğim hayvanlar yedi taneydi." Henry yemeğini bıraktı, ateşin arkasında duran köpeklere bakarak saydı: "Al işte, hepsi hepsi altı tane." Bill soğukkanlılıkla üsteledi: "Evet, yedincisinin az önce karların üzerinde hoplaya zıplaya kaçıp gittiğini gördüm. Ben saydığımda yedi taneydiler." Henry acımalı gözlerle arkadaşına baktı ve:
"Şu yolculuk bir bitse öyle sevineceğim ki," diye homurdandı. "Ne demek istiyorsun yani?"
"Bana kalırsa kızaktaki tabut sinirlerini bozdu senin, hayal görmeye başladın, hepsi bu."
Bill:
"Hani bunu da düşünmedim değil bak," dedi. "Ama köpeklerden birinin kaçtığını görünce, gidip karların üzerine bir göz attım, birtakım ayak izleri buldum.
Sonra döndüm bir daha saydım, altı taneydiler.
1 comment