İzler duruyor, istersen bak da gör." Henry sesini çıkarmadı, yemeğini yemeye koyuldu yine. Son lokmasının üzerine kahvesinden bir yudum daha aldıktan sonra elinin tersiyle ağzını sildi ve:
"Öyleyse..." diye söze başlayacak oldu. Ama tam o sırada karanlığın içinden kopup gelen uzun, acılı bir ulumayla sözü yarıda kaldı. Susup kulak kabarttı. Sonra eliyle ulumanın geldiği yönü göstererek: "...bunlardan biri miydi diyorsun yani?" diye sordu. Bill evet gibilerden kafasını salladı:
"Böyle olmasın da nasıl olsun, köpeklerin nasıl huysuzluk ettiklerini, dalaşıp durduklarını sen de işittin işte." Birbiri ardından yükselen ulumalarla ortalık tımarhaneye dönmüştü. Köpekler çevrelerini saran bu korkunç koro karşısında dehşete kapıldılar, sıkış tıkış olup büzüldükçe büzüldüler. Ateşin yanına öylesine sokulmuşlardı ki alevler postlarını tütsülüyordu. Bill bir odun daha atarak ateşi besledikten sonra piposunu yaktı. Henry:
"Nen var yahu senin, çok sıkkın görünüyorsun," dedi.
"Bak, Henry... "
Bill sözlerini sürdürmeden önce piposundan bir iki nefes çekti dalgın dalgın. Sonra başparmağıyla üzerinde oturdukları tabutu göstererek: "Düşünüyorum da," dedi, "şu adam bile bizden daha şanslı, hem de bizim hiçbir zaman olamayacağımız kadar şanslı. Biz ölünce cesetlerimiz ite kurda yem olmasın diye mezarlarımıza bir iki taş koyacak kimse çıkacak mı acaba?" "Orası öyle, bizim onun gibi ne onca paramız pulumuz var ne de onca hısım akrabamız. Cenazemizi uzak bir ülkeye göndertmek kim, biz kim!" "Benim asıl akıl sır erdiremediğim şey ne biliyor musun, Henry? Şu herif bir eli yağda bir eli balda yaşayan bir lord du değil mi? Peki şimdi burada ne işi var? Bu Allah'ın belası vahşi ülkeye hangi akla hizmet etmiş de gelmiş, anlayan beri gelsin!" Henry:
"Al benden de o kadar," dedi. "Kendi memleketinde kalsaydı, gül gibi yaşayıp gider, sonra da rahat döşeğinde ölürdü." Bill tam ağzım açıp yanıt vereceği sırada duraladı, kendilerini dört bir yandan bir duvar gibi çevreleyen karanlığı gösterdi. Yoğun karanlığın içinde hiçbir şey görünmüyordu, yalnızca kor gibi parıldayan bir çift göz fark ediliyordu. Henry başıyla bir ikinci, derken bir üçüncü çift göz daha gösterdi arkadaşına. Kampın yanı yöresi kor gibi yanıp sönen gözlerden oluşan bir halkayla çepeçevre sarılmıştı. Bu yalaz yalaz yanan ışık lekeleri kimi zaman kıpır kıpır ediyor, bir görünüp bir siliniyor, sonra yeniden ışıldamaya başlıyordu. Köpeklerin huysuzluğu giderek artmaya başlamıştı. Ani bir korkuyla ateşe yaklaşıyor, adamların ta burunlarının dibine sokuluyorlardı. Hele içlerinden biri paniğe kapılarak ateşe öyle fazla sokuldu ki içine düştü.
Düşer düşmez de acı ve korkuyla havladı. Aynı anda kavrulan tüylerinin kokuşu kapladı ortalığı. Bu sırada yanıp sönen kor gözlerden oluşan çemberde birtakım kıpırdanmalar oldu, hatta bir an için geriledi. Ne var ki, köpeklerin huzursuzluğu yatışır yatışmaz yine eski yerlerine döndüler.
"Cephanemiz de aksi gibi tam bitecek zamanı buldu, Henry." Bill piposunu söndürmüştü. Yemekten önce yere serdikleri ağaç dalları üzerine kürklü yatakları ve battaniyeleri yerleştiren arkadaşına yardım ediyordu. Henry arkadaşına hak verir gibilerden şöyle bir homurdandıktan sonra makosenlerinin bağcıklarını çözmeye koyuldu.
"Kaç kurşunumuz kaldı?" Bill:
"Üç... " diye karşılık verdi. "Ah be, şimdi üç yüz tane kurşunumuz olacaktı ki bu kahrolası hayvanların burunlarından fitil fitil getirecektim!" Kor gibi parlayan gözlerin oluşturduğu çembere doğru yumruğunu öfkeyle salladı, sonra makosenlerini çözüp ateşin hemen kıyısına yerleştirdi. "Hiç değilse şu soğuk bir kırılsaydı bari," diye devam etti.
1 comment