Gabriel sesinin son perdesiyle ve çobanlara özgü bağırışla sürüsünü çağırdı:

“Ovey, ovey, ovey!”

Tek bir meleme bile yoktu. Gabriel çite gitti. Çitte bir delik açılmıştı ve burada koyunların ayak izleri vardı. Onların bu mevsimde çiti delip kaçmalarına şaşmakla birlikte bunu gene de, hemen, kışın ormanda yetişen sarmaşıkları çok sevmelerine veren Gabriel, çitten geçip izler boyunca yürüdü. Koyunlar ormanda da yoktu. Gabriel gene bağırdı. Vadiler, en uzak tepeler inim inim inledi; sanki Mysian kıyıların da denizciler, yitik Hylas’ı arayarak çağırıyorlardı. Ama ne koyun vardı, ne bir şey. Gabriel ağaçların arasından geçerek sırt boyunca koştu. En tepede, demin söylediğimiz iki hendeğin, kireç kuyusunun başında sona erdiği yerde, genç köpeğin ufka karşı durduğunu gördü – simsiyah ve kıpırtısız– St. Helena’ da Napolyon gibi.

Korkunç bir inanç ok gibi saplandı Oak’un yüreğine. Dizlerinin bağı çözülerek ilerledi: Parmaklığın bir yanı kopmuştu. İşte orada Gabriel koyuncuklarının ayak izlerini gördü. Köpek koşup onun yanına geldi; elini yalayarak olağanüstü hizmetlerine karşılık bir büyük ödül umduğunu belirten davranışlarda bulundu. Oak uçuruma doğru baktı. Koyunlar en dipte yatıyorlardı; kimi ölmüş, kimi can çekişerek paramparça olmuş iki yüz ceset ki, şu duruşlarıyla sayıları iki kat kabarık görünüyordu.

Gabriel Oak iliğine kadar insancıl bir adamdı. Bu insancıl yönü onun strateji gerektirecek bütün niyetlerini darmadağın eder ve onu yerçekimi gibi çekip sürüklerdi. Eskiden beri, sürüsündeki koyunların sonunda kesileceğini bilmek, onun içinde dinmez bir sızıydı; günü gelince her çobanın katıksız bir hain kesilerek, kendilerini savunamayan zavallı koyunlarını düşmana teslim ettiğini bilmek. Şimdi de ilk duygusu bu uysal koyuncuklarla doğmamış kuzularının başına gelen bu sırasız felakete üzülmek oldu. Olayın ikinci yönü ancak ondan sonra aklına geldi. Koyunlar sigorta edilmemişti. Ömrü boyunca, dişinden tırnağından artırarak biriktirdiği paralar bir çırpıda duman olmuştu; bağımsız bir çiftlik sahibi olabilmek umutları yıkılmıştı – belki de ölünceye kadar. Gabriel şu duruma gelebilmek için on sekiz yaşıyla yirmi sekiz yaşı arasında öyle canını dişine takarak, sabırla çalışmıştı ki, artık içi tükenmiş gibiydi. Bir direğe yaslandı ve ellerini yüzüne kapadı.

Ne var ki, böyle uyuşukluklar sonsuz değildir; Çiftçi Oak da kendini toparladı. Ağzından çıkan tek cümlenin bir şükran belirtisi oluşu dikkate değer ve onu başkalarından ayıran bir özelliği gösterir:

“Tanrı’ya şükür ki evli değilim! Şimdi başıma çökecek olan yoksullukta zavallı kız ne yapardı!”

Genç çiftçi başını kaldırdı ve ne yapabileceğini düşünerek, donuk gözlerle çevresine bakındı. Uçurumun dış kenarında yumurta biçimi bir su birikintisi vardı, bunun yukarısında da, birkaç günlük ömrü kalmış pirinç sarısı bir ayın ipincecik iskeleti duruyordu. Sabah yıldızı ayın sol yanına sokulmuştu. Su birikintisi ölü gözü gibi ışıldıyordu. Yeryüzü uyandıkça çıkan bir esinti, ayın sudaki yansımasını koparmadan titrekleştirip uzattı, yıldızın ışığını suyun yüzünde fosforlu bir çizgi yapıp çıktı. Gabriel Oak bütün bunları gördü ve hiç unutmadı.

Anlaşılabildiği kadarıyla olay şuydu: Zavallı genç köpek, ekmeğini koyunların peşinden koşmakla çıkardığına göre, ne kadar çok koşarsa, o kadar iyi olacağını düşünerek, ölü kuzuyu yiyip bitirdikten sonra (bu et ona aşırı bir enerji ve heves vermiş olabilirdi), bütün koyunları bir köşeye toplamış, bu ürkek yaratıkları çiti yıkıp geçmeye ve yukarıki tarlaya çıkmaya zorlamış; öylesine üzerlerine varmıştı ki, onlara o çürük parmaklığın bir parçasını yıkacak kadar hız vermiş, böylece hepsini uçurumun kenarından aşağı yuvarlamıştı.