Bunların daha yaşlısı olan George’un burnunun ucu abanoz gibi siyah, tüyleri de beyazlı grili alacalıydı. Ne var ki, yıllar yılı yağmur ve güneş yiye yiye kavrulup yıkanmaktan, kıvırcık tüylerin grisi kaçarak kızılımsı kahverengisi kalmıştı. Sanki gri rengi oluşturan mavi ton solmuştu: Turner’in11 tablolarındaki aynı rengi doğuran lacivert boya gibi. Köpeğin tüyleri başlangıçta düpedüz hayvan tüyüyken, yıllarca koyunlarla içli dışlı olmanın sonucunda, yavaş yavaş, düşük kaliteli bir yüne dönüşmeye başlar gibiydi.
George’un önceki sahibi bozuk ahlaklı, kötü huylu bir çobandı. Bu yüzden George her türlü küfür ve sövgünün derecesini ve anlamını yöredeki en edepsiz ihtiyarlardan daha iyi kestirirdi. Uzun yaşantısı hayvancağıza, “Gel içeri!”yle, “Gel içeri be!”nin arasındaki farkı öyle tam olarak öğretmişti ki, elinde çengelli sopayla sallana sallana gelen birinden kaçmak gerekiyorsa tutturması gereken hızı, her seslenişe göre kıl payıyla hesaplamasını bilirdi. Yaşlı olmakla birlikte hâlâ akıllı, güvenilir bir hayvandı.
George’un oğlu olan genç köpek, hık demiş anasının burnundan düşmüş olsa gerekti, çünkü George’la arasında pek bir benzerlik yoktu. George ölünce sürüyü bekleyebilmek için çobanlık öğreniyordu. Ne var ki, henüz ilk derslerden öteye geçememişti. Bir şeyi ya üstünkörü yapıveriyor ya da vur deyince kır anlıyor, ikisinin arasındaki farkı kavramakta aşılmaz bir güçlük çekiyordu. Bu genç köpek (kesin bir adı olmayıp tatlı sesle yapılan her çağırışa candan karşılık verirdi) öyle ciddi ve iyi niyetli, gene de öyle kalın kafalıydı ki, sürüyü şuradan şuraya götürsün diye gönderseniz hemen memleketin öbür ucuna doğru gütmeye kalkışır ve ancak seslenince ya da koca George’un örneğini görünce dururdu.
Köpeklerden şimdilik bu kadar söz etmek yeter. Norcombe Tepesi’nin öteki yamacında bir kireç yatağı vardı. Kuşaklar boyunca buradan kireç çıkarılmış ve yöredeki çiftliklere yayılmıştı. Yatağın üzerinde V biçiminde birbirine yaklaşan, ama kavuşmayan iki hendek vardı. Aradaki dar açıklık kaba saba bir parmaklıkla örtülmüştü.
Bir gece, Çiftçi Oak, artık koyunlarının yanında işi kalmadığına karar vererek evine dönünce, her zamanki gibi köpeklerini çağırdı. Onları geceleyin bahçedeki küçük barakaya kapatırdı. Çağırışına köpeklerin yalnızca bir tanesi, koca George karşılık verdi. Öteki ne evde, ne yolda, ne bahçede bulunamadı. Gabriel o zaman iki köpeği tepenin üzerinde, ölü bir kuzuyu yer bıraktığını hatırladı. (Genel olarak kuzu etini köpeklerinden uzak tutar, ancak başka hiçbir yiyecek kalmayınca verirdi.) Genç köpeğin yemeğini bitirmemiş olduğuna karar vererek içeri girdi, son zamanlarda yalnızca pazar günleri tattığı bir lüks olan yatağına girdi.
Durgun, nemli bir geceydi. Tam güneş doğmadan önce, tanıdık bir müziğin olağandışı yankılanması çiftçinin uyanmasına yardım etti. Başkaları için bir saat tıkırtısı neyse, bir çoban için koyun çıngıraklarının sesi de öyle, alışılmış bir sestir; ezbere bilinen o tembel çınlayış ne kadar uzak olursa olsun, alışkın kulağa, sürüde işlerin yolunda olduğunu söyler ve ancak kesilince ya da alışılmadık bir değişikliğe uğrayınca dikkati çeker. Uyanan günün ağır sessizliği içinde Gabriel çıngırakların olağanüstü bir şiddet ve aceleyle çalındığını duydu. Bu olağanüstü çalınışın iki nedeni olabilirdi: Koyunların, örneğin yeni bir çayıra girdikleri zaman, hızlı hızlı otlayışları ki, bu hızlı olmakla birlikte aralıklı bir sestir, bir de koyunların hep birlikte bir koşu koparmaları ki, böyle zamanlarda çıngırak sesleri yürek atışı gibi düzenli olur. Gabriel Oak’un deneyimli kulağı şimdi duyduğu sesi, sürünün büyük bir hızla koşu koparmasının yarattığını anlayabiliyordu.
Yataktan fırlayıp giyindi, sisli tan aydınlığında deli gibi koşarak tepeyi tırmandı. Kuzulamış koyunlar henüz kuzulamamış olan koyunlardan ayrı tutulurdu. Gabriel’ in sürüsünde bunlardan iki yüz tane vardı. İşte bu iki yüz koyunun iki yüzü birden tepenin üzerinden yok olmuş gibiydi. Kuzulamış olan elli tanesi karşı köşede, Gabriel’in bıraktığı gibi çitlerin içinde duruyorlardı. Gelgelelim sürünün çoğunluğunu oluşturan ötekiler ortada yoktu.
1 comment