Gabriel, kucağında yeni doğmuş bir kuzuyla kulübesine döndü. Kuzu, yetişkin bir koyuna yakışır boydaki dört bacaktan ibaretti. Bu bacaklar bir avuççuk zar ve tüyle birbirine bağlıydılar ki, bu da hayvanın, şimdilik, bütün gövdesiydi.
Bu minik can zerresini Gabriel, üzerinde bir tas sütün hafifçe kaynadığı küçük sobanın önüne, bir tutam samanın üstüne koydu. Fenerini, içine üfleyip fitili parmaklarıyla sıkıştırarak söndürdü. Kulübe, burgulu bir telin ucunda sallanan bir şamdanla aydınlatılmıştı. Rastgele atılıvermiş birkaç mısır çuvalından oluşan, oldukça katı sayılabilecek bir yatak bu küçük evin yarısını kaplıyordu. İşte genç adam buraya uzandı; yün boyunbağını gevşeterek gözlerini kapadı. Gövdesiyle çalışmaya alışık olmayan birinin, “Acaba hangi yanıma yatsam?” diye düşünmekle geçireceği süre içinde, Çiftçi Oak uykuya dalmıştı bile.
Şimdi dikkatle bakınca, kulübenin içi rahat, kuytu, şipşirindi. Mumun yanı sıra yanan küçük kırmızı ateş neşeli, dostça rengini ulaşabildiği her şeyin üzerine serpiyor, kap kacakla tarım araçlarına bile keyifli bir hava veriyordu. Köşede çengelli çoban sopası duruyordu. Bir rafa, içlerinde koyun sağlığıyla ilgili ilkel ilaçların durduğu şişe ve teneke kutular dizilmişti: şaraplı ispirtolar, terebentin, katran, manyezi, zencefil, hintyağı bunların başlıcalarıydı. Köşede, üçgen biçimi bir rafın üzerinde ekmek, domuz pastırması, peynir ve yerdeki güğümden bira ya da elma şarabı içmek için kullanılan bir maşrapa vardı. Bunların yanında, çobanın demin tek başınayken, uzun ve sıkıcı nöbet saatlerinden birini hoşça geçirmek için çaldığı kaval duruyordu. Kulübeyi havalandırmak için, gemi kamaralarındaki pencereleri andıran, tahta sürgülü iki yuvarlak delik açılmıştı.
Sıcakta kendine gelen kuzu melemeye başladı ve bu ses, bütün beklenilip umulan sesler gibi, Gabriel’in kulaklarına ve kafasına, anlamını da birlikte getirdi. Genç adam, demin uykuya daldığı gibi kolaylıkla, en derin uykudan en diri uyanıklığa geçiverdi; saatine baktı, akrebin gene yerinden kaymış olduğunu gördü; şapkasını giyip kuzuyu kucaklayarak karanlıklara daldı. Küçük yaratığı anasının koynuna verdikten sonra durdu, yıldızların konumlarından saatin kaç olduğunu çıkarmak için, dikkatle göğü süzdü.
Sirius ve Aldebaran huzursuz Ülker’e doğru yönelerek, güney göğünün yarısına dek tırmanmışlardı, ortalarında Oriyon asılı duruyordu. Ufkun üzerinde yüzen bu eşsiz burcun bu denli duru, parlak olduğu hiç görülmemişti. Kıpırtısız ışıltılarıyla Kastor ve Polluks kuzeybatıya doğru kaymaktaydı. Ormanın ta ötesinden Vega, çıplak ağaçların arasına sallandırılmış bir fener gibi ışıklar saçıyor, Koltuk takımyıldızı da, güzel ve hafif, en yüksekteki dalların üzerine konmuş duruyordu.
“Saat bir,” dedi Gabriel.
Şu sürdüğü yaşamda güzel bir yön bulunduğunu sık sık duyan bir adam olduğu için, gökyüzünü işe yarar bir araç niyetine süzdükten sonra, bir an yerinde kalarak bu kez de zevkle, üstün güzellikte bir sanat yapıtının tadını çıkarırcasına süzdü. Bir an gecenin dile gelmiş ıssızlığının, daha doğrusu, gecenin insan biçimleriyle insan seslerinden büsbütün arınmış olmasının etkisi altında kalır gibi oldu. İnsan biçimleri, insanlığın çıkardığı pürüzlerle dertler ve sevinçler tümüyle yok olmuştu sanki; yerkürenin karanlık yarısında kendinden başka canlı kalmamış gibiydi. Gabriel bütün ötekilerin güneşli bölüme gitmiş olduklarını gözünde canlandırabiliyordu.
Böyle, gözleri ta uzaklarda, daldığı düşüncelerin arasında Gabriel yavaş yavaş, aşağılarda, ormanın bittiği yere yakın, alçak bir yıldız niyetine baktığı şeyin gerçekte hiç de yıldız olmadığını fark etti. Bir fener ışığıydı bu, hem de pek yakın duruyordu.
Geceleyin, bir can yoldaşı isteyip umduğu yerde kendini yapayalnız bulmak kimini ürkütür. Ne var ki, insanın içgüdüleriyle, duyuları, belleği, kıyaslama, kestirme, sonuç çıkarma yetenekleriyle görüş gücü –mantıkçının listesinde bulunan her tür kanıt– birleşerek onu yapayalnız olduğuna inandırmışken, birden gizemli bir can yoldaşının varlığını keşfetmek, çok daha sinir yıpratıcı bir durumdur.
Gabriel ormana doğru yürüdü; alçak dalları ite ite, rüzgârlı yamaca yöneldi. Yamacın altındaki bir karaltı, burada bir baraka bulunduğunu düşündürdü ona. Baraka, tepenin çukur bir yerine kurulmuş olduğundan çatısının arka kısmı hemen hemen yamaçla aynı düzeydeydi. Önüyse direklere çakılmış tahtalardan yapılmıştı ve yağmurdan korunmak için üzerine zift sürülmüştü. Çatıdaki ve yandaki çatlaklarla deliklerden dışarıya, ışık çizgileriyle ışık benekleri vuruyordu. Gabriel’in gözüne çarpan işte bunlar olmuştu. Genç adam arkadan yaklaştı.
1 comment