Ölümden farksız bir ayrılığa sürgün

Arkita hasretin kıyılarında dolaşıyordu her gün;

Ne kadar dolaşsa da sevgilisini göremezdi ama.

Ey âşıklar cevap verin şu soruma:

Hangisi daha çok acı çekiyordu sizce

Arkita mı, Palamon mu? Birisi ümitsizce

Hücresine kilitli, ne var ki

Her gün görebiliyor sevdiğini ve öteki

İsterse serbestçe dolaşır yeryüzünü,

Ama asla göremez sevdiğinin yüzünü.

Sizler bu ikisi arasında karar veredurun,

Devam ediyor hikâyem, işte buyrun.

Explicit prima pars.

Sequitur pars secunda.

Arkita yeniden Thebes’e vardığı sabah

Başka bir söz çıkmadı ağzından, yalnız ah ve vah.

Eyvah, sevgiliyi görmekten kesmişti umudu,

Dünyanın en bahtı kara âşığı oydu.

Gelmemişti öylesi yaratılıştan bu zamana

Kadar; yeme, içme, uykuyu koymuş bir yana,

Bir deri bir kemik kalmıştı kupkuru,

Bakışları ürkütücü, yüzü soğuk, sapsarı,

Bir başına; yine de yalnız kalmak hoşuna gidiyordu,

Ağlayıp inleyerek sabahı ediyordu.

Ne zaman kulağına bir müzik çalınsa

Sel olup çağlıyordu gözyaşları, nasılsa.

O kadar umutsuzdu, morali o kadar bozuk,

Bambaşka biri olup çıkmıştı, yazık.

Konuşurken duysanız tanımazdınız sesinden.

Ve Eros’un okuyla yaralı birisinden

Çok melankolik bir deli gibi dolaşıyordu,

Daha çok kendi hayal âleminde yaşıyordu.

Kısaca aşkı ve bitmek bilmeyen yası

Yüzünden altüst olmuştu iç dünyası,

Ve bedeni nerdeyse tanınmaz hal almıştı,

Zavallı sevdalı prens yıkılmış, dağılmıştı.

Tekrarlarsam yalnız bütün bir gün sürer,

Neler çekmişti ilk iki yıl boyunca neler,

Thebes’te bildiğiniz gibi, kendi şehrinde,

Amansız işkencelerde, zehir damlalar gözlerinde.

Ama yatağında uyuyorken bir gece,

Kanatlı tanrı Merkür bu gence

Yanaşıp önüne vardı dikildi,

“Yeter artık, artık neşelen haydi!”

Dedi uyku veren asasını havaya kaldırıp

–Arkita gördü ki kıyafeti tıpatıp

Argus’un yüz gözünü kapattığı günkü

Gibiydi, altın saçlarının üstünde çünkü

Bir de şapkası vardı– konuştu Merkür ve “Sana

Bir iş var” dedi, “erdir Atina’daki acıları sona.”

Bu sözleri duyup uyandı Arkita,

Dedi “Bu işin ucunda ölüm olsa da

Atina’ya gidiyorum şimdi hemen,

Ölürüm de vazgeçmem bu düşüncemden.

Atina’ya ulaşıp Emily’yi görürüm ve

O yanımda olursa ölürüm seve seve.”

Doğrulup eline bir ayna aldı,

Aynaya bakıp yüzünü seyre daldı.

Renginin solukluğunu ve değişen hatlarını görünce

Birden şimşekler çaktı beyninde bir düşünce.

Yakalandığı uzun hastalık onu öyle çirkin

Yapmış, öyle çökertmiş ve öyle bitkin

Bir hale koymuştu ki fakir bir kılığa girse

Yaşar giderdi Atina’da, onu tanıyamazdı kimse.

Görürdü sevgilisini her gün böylece.

Prens giysilerini soyunup orda öylece

İş arayan yoksul bir işçi gibi giyindi,

Ve yanında bir silahtarla Atina’ya indi.

Başına gelen bütün felaket

Ve çektiği çileyi bilen bu silahtar da kıyafet

Değiştirmişti elinden geldiği kadar;

Hiç tanınmadan, neyse, saraya vardılar.

Ertesi gün kapıda hiç vakit

Kaybetmeden iş için başvurdu Arkita adlı yiğit.

Daha fazla söze ne gerek var,

Emily’nin yanında çalışan bir haznedar

Emrine aldı onları, akıllı adamdı, çabuk farketti

Uşakların yaptığı dört dörtlük hizmeti:

Su taşıyordu Arkita, odun kırıyordu bazen,

Boyu posu yerindeydi ve kendisine verilen

Her işin altından kalkacak kadar güçlüydü, gençti.

Ve böylece aradan iki koca yıl geçti,

Arkita nur yüzlü Emily’yle kaldı, onun resmi

Uşağı olarak, Philosrate diye biliniyordu ismi.

Yoktu sarayda onun kadar sevilen biri

Uşaklar arasında, saraya geldiği günden beri

Dikkatleri çekmişti efendiliğiyle,

Dolaşıyordu ünü dilden dile.

Derken Theseus’un katına ulaştı adı,

Birileri eğilip Dük’ün kulağına fısıldadı

Atanmayı çoktan hak ettiğini bu gencin;

Zaten yeteneklerini ortaya koyabilmesi için

Daha saygın bir işe verilmesi şarttı.

Böylelikle şöhreti günden güne arttı,

Çalışkanlığı ve tatlı dili sayesinde

Özel uşak oldu sonra Theseus’un himayesinde.

Kral ona belli bir ücret ödüyordu,

Ayrıca memleketlileri saraya gelip gidiyordu,

Her yıl para getiriyordu bu adamlar el altından.

O da bunları akıllıca harcıyor, har vurup harman

Savurmuyordu. Kimse onun varlıklı

Olduğunu düşünmedi. Üç yıl geçti, mutlu, sağlıklı;

Kanıtlamıştı kendini barışta ve savaşta,

Theseus’un listesinde geliyordu en başta.

Onu orada mutlu bırakıp –gerçi mutluluk saman

Alevi gibidir– bakalım ne yapıyordu Palamon.

Gözyaşlarına boğulmuş ve dehşet koyu,

Zifiri karanlık bir zindanda tam yedi yıl boyu

Çile doldurmuştu zavallı Palamon,

El aman demişti aşktan, acıdan el aman.

Evet, Palamon kahrından çıldırmıştır,

Ve artık aşk acısı iki kat ağır

Bir hal almıştır. Bu durumda o değilse kim yansın?

Bir yıl değil ki bu, sonsuza dek nasıl dayansın?

Kolay değil şehadete yakışan uyaklar bulmak,

Kim başarabilir bunu? Ben değil mutlak.

İsterseniz dilim döndüğünce, şöyle kısa kısa

Değineyim, gelelim yedi yıl sonraki Mayıs’a.

–Eski kaynaklar veriyor bu ayrıntıyı,

Tam üçüncü gece diyor, aylardan Mayıs ayı–

Artık tesadüf deyin, kader, kısmet deyin,

Yazıldığı gibi olduğunu düşünürsek her şeyin,

Geceyarısından sonra, daha doğmadan güneş ,

Bir arkadaş yardımıyla Palamon firar etmiş

Ve mümkün olduğunca çabuk çıkmıştı şehrin sınırlarından,

Bir içkiye razı olmuştu gardiyan.

İçine birkaç uyuşturucu ve biraz haşhaş

Katılmış şarap yetmişti adamcağızı sarhoş

Etmeye. Gardiyan bu karışımı içti içeli,

Top atsanız uyanacağı şüpheli

Bir şekilde sızıp kalmıştı bütün gece;

Tabana kuvvet kaçmıştı Palamon böylece.

Geceler kısaydı yalnız ve gündoğumu yakındı,

Nefes nefese kalmıştı, şöyle bir etrafına bakındı,

“Şu ilerdeki koru gündüzün saklanacak

Mükemmel bir yer” dedi, “harika bir sığınak.”

Gün ışığında gizlenecekti ve mümkünse

Geceleri yol giderek varacaktı Thebes’e.

Kolaydı gerisi, orada kesinkes

Theseus’a haddini bildirmeye heves

Eden bir sürü yandaş bulurdu. Ya hayatını

Kaybedecekti, ya da karısı olacaktı hayatının kadını.

Buydu planı işte, gayet anlaşılır, açık.

Neyse yine Arkita’ya dönelim birazcık.

Pek bilemedi o nerede ne tehlike var,

Kader’in ağına düşene kadar tekrar.

Sabahın habercisi, işgüzar tarla kuşu,

Şarkılar söyleyerek karşılıyordu güneşi huşu

İçinde ve nur topu Phoebus öyle parlak

Doğuyordu ki Doğu kahkahalar atarak

Uyanıyordu onun ışığıyla. Onun ışık nehirleri

Akıyordu çiçekler üstündeki çiyi, gecenin teri

Olan o gümüş damlacıkları, kurutarak.

Bu arada Theseus’un sarayındaki baş uşak

Arkita selamlıyordu günü doğrulup yatağından;

Ve Mayıs’ın gelişini kutlamak için plan

Yapıyordu. Sonra canının bunu çektiğine hükmetti,

Şimşek gibi bir atı sürdü kırlara gitti.

Hoşça vakit geçirmek geçiyordu aklından,

Sarayın bir iki mil uzağında ve önceden

Sözünü ettiğim koruya gelince durdu,

Kendine bir çelenk örmek istiyordu.

Alıç ve hanımeli yapraklarından

Pırıl pırıl bir havada çelenk örüyor, bir yandan

Yüksek sesle şarkılar söylüyordu, dinle:

“Ey Mayıs, tüm çiçeklerin ve yeşilinle

Hoş geldin ey en güzel, ey en taze,

Mutluluk dileklerinle yeşilinden sun bize.”

Canlı hareketlerle kayıp atının üstünden,

İçerilere doğru yürüdü, gönlü şen.

Patika boyunca epey yürüdü ve işe bak,

Görülürüm korkusuyla ve nefesini tutarak

Saklandığı yere geldi Palamon’un,

Tabii Palamon kim olduğunu bilmiyordu onun.

Zaten aksini düşünmek dünyanın en

Saçma şeyi olurdu, ama yörede yıllardır bilinen

Pek yerinde bir atasözü vardı,

“Ormanların kulağı, ovaların gözü vardı,”

Eşeği sağlam kazığa bağlamak gerek yani,

Hayatta neler bekler bilinmez ki insanı.

Arkita henüz farketmemişti Palamon’u.

Palamon bir çalının ardına sinmişti oysa, burnu

Dibinde duruyordu, duyuyordu Arkita ne söylese

Mıhlanmış, kıpırtısız bir ölüydü nerdeyse.

Nihayet Arkita turunu bitirdiğinde

Şarkısını şakıyıp sustuğunda neşe içinde,

Yüreğine bir ağırlık çöküverdi yok yere,

Yüzü düşünceli bir hal aldı birdenbire.

Ama bu tür değişimlere alışık

Olmalıyız, böyle garip davranabilir her âşık.

Bir yukarıda, bir en dipte, tıpkı bir su

Kovası gibi kuyuda. Cuma günü gibi ya da doğrusu:

Pırıl pırıl bir güneş vardır ve devamlı

Böyle kalacak derken yağmur bastırır. Evhamlı

Venüs de aynı şekilde karartır ruhu bir anda,

Değişkendir Cuma ve değişkendir insan da.

İşte budur Cuma’nın diğer günlerden farkı,

Bitkin düşmüştü Arkita bittiğinde şarkı.

Oturdu ve söylenmeye başladı kendi kendine,

Lanetler okuyordu doğduğu güne yine.

“Daha ne kadar” dedi “Ey zalim Juno, yeter!

Daha ne kadar savaşacak ve felaketler

Yağdıracaksın Thebes şehrine, bu aslan ulusa?

Ki Amphion’a dayanır soyumuz, taa Kadmos’a.

Kadmos güçlü bir temelden inşa edip Thebes’i

Başa geçmiş ve ilk kralı olmuştu kendisi.

Ve doğrudan onun kanından gelen

Kraliyet ailesinin bir ferdi olan ben

Soytarı yerine kondum geçer geçmez ele,

Ayak işlerine bakan adi bir köle

Oldum ölümlü düşmanıma. Yetmezmiş gibi, Juno çok

Daha büyük bir utanç verdi. Cesaretim yok

Kendi adımı ağzıma almaya şimdi;

Uşak Philostrate adım, Prens Arkita kimdi?

Ey sert bakışlı Juno, ey Mars, hain!

Soyumuzu kuruttun, ırkımızı mahvettin.

Geriye bir ben, bir de Palamon kaldık,

O da Theseus’un zindanında, işkencede, yazık!

Can damarımı kesen asıl bunlardan başka:

Beni yakıp kavuran, dayanılmaz bir aşka

Düşüren ok yakıyor ciğerimi ah, yürek bulandı kana,

Kefenim gömleğimden çok önce biçilmiş bana.

Gözlerin alır canımı, başka bir şey değil,

Sen oldum ölüm meleğim, Emily’m, bunu bil!

Seni memnun edebilsem ya da minnet

Dolu bir bakışını kazanabilsem, inan bir demet

Ot kadar önemli olmazdı geri kalan her şey.”

Sözlerini bitirince bakışları daldı ve epey

Öylece kaldıktan sonra silkinip ayrıldı ordan.

Yüreğinin parçalandığını hissetti Palamon

Yüreğine saplanan buzdan bir kılıç güya

Kayarak ilerliyordu boydan boya.

Öfkeden titreyerek “Saklanmak olmaz” dedi,

Arkita’nın hikâyesini boşuna mı dinledi?

Bir delinin yüzüydü yüzü, dalgın ve soluk.

Ansızın hışırdadı içine saklandığı çalılık,

Fırlayıp ayağa haykırdı “Arkita, hain!

Kötü kalpli sahtekâr, işte kendini ele verdin.

Uğrunda bu kadar çile çekmek

Zorunda kaldığım kadına âşıksın demek.

Yeminli arkadaşım; evet, and içmiştik oysa,

Eğer senin verdiğin sözü tutman buysa,

Evvelce de kaç kereler söyledim bunu sana

–Theseus’u da oyuna getirdin baksana–

Sahte bir ismin var, çünkü bir sahtekârsın,

İsterse bu işin sonu ölüme varsın,

Değil sen, başka hiç kimse –şunu çok iyi

Belle– sevmeye kalkışamaz kadınım Emily’yi.

Baş düşmanım benim, kül eder seni ahım,

Olmasa bile şu an yanımda hiç silahım.

Tanrı’nın izniyle hapisten kaçtım işte bak,

Yoksa ölümün benim elimden olacak.

Yap seçimini vazgeç Emily’den gel,

İnan ki ölümüne ben bile olamam engel.”

Onu dinleyen Arkita gizlemedi hıncını,

Tanımıştı bu yüzü ve çekip kılıcını,

Bir aslan kadar vahşi yanıt

Verdi, dedi “Tanrı olsun bu sözlerime şahit,

Hasta olmasaydın ya da aklını başından

Almamış olsaydı aşk ve en azından

Savunmasız olmasaydın bu kadar,

Sağ çıkamazdın bu korudan, imkânı mı var?

Ve seninle aramızda durduğunu iddia ettiğin

Ne kadar anlaşma, ant, ne kadar yemin

Varsa işte inkâr ediyorum açıkça hepsini.

Aşk özgürdür, hatırlamadın mı aptal seni?

Hiç kimse alıkoyamaz beni onu sevmekten, böyle bil,

İşte meydan okuyorum sana, ama gerçekten asil,

Şerefli şövalyelik kanı var kanında,

Bu iddialarını döğüşerek er meydanında

Kanıtlamak istiyorsun; istediğin olacak öyleyse,

Yarın burda olacağım ve söz, bilmeyecek kimse.

Yarın aynı yerde dikildiğinde karşıma,

Bir şövalye göreceksin; yalnız başıma

Geleceğim. Senin için de silah, teçhizat

Alacağım yanıma, merak etme bizzat

Kendin olacaksın silahları seçen;

İyisini sen alırsın, kötüsünü ben.

Unutmadan, bir de yiyecek içecek ve ufak

Tefek bir şeyler getireceğim sana ve yatak.

Kadınıma gelince, olur da eğer

Öldürürsen beni, mezarım olursa bu yer,

Helal hoş olsun sana, bak buna karışamam.”

Cevap verdi Palamon, dedi ki “Tamam.”

Sabah yeniden gelmek üzere bu düello yerine,

Yürüdü gitti her biri kendi kaderine.

Ah Cupid, Cupid, insaf et biraz,

Çöplüğünde neden sanki iki horoz barınmaz?

Çok doğru söylemişler: Ne aşk, ne de güç

Rekabet kabul etmez, buna gelemezler hiç.

Arkita ve Palamon öğrenmişlerdi bunu.

Ve Arkita tutmuştu şehrin yolunu.

Şafak sökmeden daha ertesi sabah,

Yürütmüştü bir yerlerden iki takım zırh;

Oldukça elverişliydi zırhlar eldeki iş için,

Ertesi gün kırlarda yapılacak döğüş için.

Arkita aldı yükünü ve düştü yola,

Bir başına sürdü gitti atını dört nala.

İkisi de koruya zamanında ulaştılar,

Arkita ve Palamon karşılaştılar.

Sonra yüzlerinin rengi değişti, tıpkı Trakya’da

Mızraklarını doğrultup bir ayı ya da

Bir aslanın ortaya çıkmasını beklerken

Kırılan dalları duyduklarında ve derken

Yaprak hışıltılarıyla uğuldadığında her yan,

Dedikleri anki gibi avcıların “İşte ölümcül düşman.

Bu ya onun, ya benim sonum olacak,

Onu ilk hamlede öldürürsem ne âlâ, ancak,

O benim hesabımı görür çıkarsa bir aksilik.”

Bu yüzdendi şövalyelerin yüzündeki değişiklik;

İyi tanıyorlardı birbirlerini, kararları kesindi.

Ne selamlaşıldı, ne de günaydın dendi,

Tek kelime etmeden birbirlerine,

Teçhizat kuşandırdı her biri diğerine.

Birer arkadaştılar şimdi, birer kardeştiler.

Epey uzun bir zaman çılgınca döğüştüler

Keskin mızraklarını savurup ardından hemen.

Yaralı bir aslan sanırdı Palamon’u gören.

Arkita’ysa vahşi bir kaplandan farksız,

Vuruyor vuruyorlardı, kapışan iki erkek domuz

Gibiydiler; sel üstünde giden köpükler

Kadar ak damlacıklarla süzülüyordu vücutlarından ter.

Döğüştüler, toz toprak içinde kaldı her yan,

Döğüştüler, yükseldi, ayak bileklerine çıktı kan.

Ama bunları böyle amansız döğüşürken

Bırakıp Theseus’a dönüyorum yeniden.

Yedi iklim, dört bucakta Tanrı ne der,

Neyi önceden görür, öngörürse gerçekleştiren Kader

Öyle güçlüdür ki isterse bütün dünya

Tam tersinden emin olsun güya,

Bir gün emredilen şey yerine gelir kesin

Ve tekrarlanmaz isterse aradan bin yıl geçsin.

Bizim korkularımız, arzularımız da –evet,

Savaşta ya da barışta sevgi ya da nefret

Dolu olalım– Tanrı tarafından yönlendirilir.

Theseus’un içinde neden ani bir

Av isteği uyandığının açıklaması budur olsa olsa,

Özellikle geyik avı, henüz girmişken Mayıs’a.

Tan ağarır ağarmaz kalkıp anında

Giyinir atlardı atına ve yanında

Av borusu, köpekleri ve silahı olurdu,

Bir gün ava çıkmasa belki ölürdü.

Bir geyiği öldürmek, karnını deşmek,

En büyük mutluluktu ona, en büyük zevk.

Yıldızlar zamanla şunu ortaya koydu:

Mars’tan sonra Diana’ya layık kul oydu.

Dedim ya hoş bir gündü, hava açıktı,

Mutluluk denizinde yüzen Theseus ava çıktı,

Sevgili kraliçesi, güzel karısı Hippolyta

Ve yeşillere bürünmüş Emily de hatta

Onunla geliyordu. Ve bu soylu grup hep beraber

Yakındaki koruda bir geyik olduğunu haber

Alıp oraya doğru atlarını sürdüler

En kısa yoldan ve bir düzlük gördüler.

Düzlüğün ortasına fırladı geyik birden,

Bir dereyi atladı, sonra kayboldu gözden.

Dük de kendi elleriyle, özenle seçip

Ayırdığı tazılarıyla dereyi geçip

Kovalamak istedi ardı sıra onu.

Güneşe doğru bakınca, düzlükte Palamon’u

Ve Arkita’yı gördü birbirlerine girmiş,

Erkek domuzlar gibi, pervasız, müthiş

Bir kavgaya tutuşmuşlardı. Pırıl pırıl

Daireler çiziyordu kılıçları havada ve akıl

Almaz darbeler iniyordu ard arda.

Öyle bir öfke gizliydi ki bu vuruşlarda,

Bir meşeyi devirirdi en yumuşak olanı.

Theseus gördü bunları, ancak olanı

Biteni anlayamadı tabii. Ama mahmuzlayıp

Atını vardı döğüş alanına ve omuzlayıp

Delikanlıların arasına girdi,

Kılıcını sıyırıp şöyle bağırdı:

“Yeter artık, kesin! Mars üstüne yemin,

Devam ederseniz daha kendinizi ölmüş bilin.

Durun dedim size, siz neden anlarsınız?

Hem siz kimsiniz, nasıl insanlarsınız?

Bir hakem almadan yanınıza, bir şahit veya,

Tutuşmuşsunuz, ne cüret, burada düelloya.

Dikkatimi çekti yalnız, soylu bir tavrınız var yine de.”

Palamon karşılık verdi soluk soluğa, başı önde:

“Efendim, ne gerek var daha fazla söze,

Ölüm çoktan hak bize, ikimize.

İki mahvolmuş adam, esirleriniz, büyük

Bir kavgadayız ve canımız bedene yük.

Gerçekten ilke edindiyseniz ‘Adalet’i sayın

Efendim, iyisi mi ikimize de acımayın,

Ve Allah rızası için ben olayım ilk ölen,

Ama arkadaşımı da öldürün peşimden,

Ya da onu daha önce öldürün isterseniz.

Efendim onun kim olduğunu bilmiyorsunuz siz;

Arkita bu, gözünüze görünmemesi şartıyla

Sürgün ettiğiniz. Şimdi hayatıyla

Hatasını ödemeyi kabul etti çoktan.

Arkita bu, koynunuzdaki Philostrate adlı yılan.

İşte bu adam sizinle yıllarca dalga geçti,

Efendimizse onu seyisbaşı seçti.

Emily’ye göz koyan bu adama iyi bakın.

Ama madem ki benim ölümüm yakın,

İtiraflarıma devam etmemde ne zarar var?

Bense, hani şu hücresinden firar

Eden mahkûm, bağrı yanık Palamon’um efendim,

Nur yüzlü Emily’e âşık olan da bendim.

Sizin de can düşmanınızım, yalanım yok bunda,

Ve şimdi burada, Emily’nin huzurunda

Can vermek benim için bir mutluluk gerçekten,

Verin kararınızı, alın canımı lütfen.

Arkadaşımı da yaşatmayın, çünkü en az

Benim kadar hak etti ölümü o da, ölmese olmaz.”

Ve cevap verdi ona gönlü yüce Theseus:

“İşte karar” dedi, “tamam artık, sus.

Ölüm fermanını yazmış oldu itirafın,

Söz konusu olamaz bundan böyle affın,

Öleceksin, sana kızıl Mars üstüne söz.”

Kraliçe bunları duyar duymaz

Gözlerinden sapır sapır yaşlar boşandı,

Aynı duygular diğer kadınlarca da yaşandı

Onlara göre böylesi bir karar hiç de haklı

Değildi, tam tersine son derece acıklı

Bir talihsizlikti bu asil gençlerin başına gelen,

Üstelik sevdaydı kavgalarına neden.

Vücutlarında açılan derin yaraları gördüler ve diz

Çöküp yalvardılar “Affedin efendimiz!”

Yerlere kapandılar önünde mağrur

Theseus’un, ayaklarını öpmeye hazır.

Yatıştı sonunda Theseus’un taşkın öfkesi,

Tez duyulur vicdanın asil bir kalpte sesi.

Başlangıçta öfkeden zangır zangır titriyordu fakat

Biraz zaman geçince ve bir ara fırsat

Bulup düşünmeye zorlayınca kendini,

Bu gençlerin suçunu ve kavga nedenini,

Bir kenara bıraktı intikamcı duyguyu,

Yüreği yumuşadı, galip geldi sağduyu.

Şöyle dedi sonra: “Zarar yok, çoğu kimse

Arzular aşkı tatmayı ve eğer mümkünse

Kaçıp kurtulmak ister esaretten.”

İşte böyle, Dük kadınların ağlayışını gördükten

Sonra yüreğinde derin bir acıma duydu.

Yine de bir şüpheye düştü, acaba doğru muydu

Yaptığı? Bağışlamak hata mıydı yoksa, kim bilir?

Acımasızlıklarıyla ünlü kralları düşündü bir bir.

“Ama neden?” dedi “Tir tir titreyen ve çoktan

Pişman olmuş zavallıların karşısında bir aslan

Kesilmek niye? Yüreğin sesine kulak

Tıkayıp hâlâ, horlayan davranış ve sözlerle korku salmak;”

İşte asıl bu yapılmaması gereken şeydi,

Bu aynı hatada ısrar değil de neydi?

“Alçakgönüllülük ve kibri aynı kefeye

Koyuyorsa ve şu doğrudur, şu yanlış diye

Bu gibi durumlarda yapamıyorsa bir ayrım,

O kralı adalet duygusundan yoksun sayarım.”

Kısacası kızgınlığından eser kalmamıştı artık,

Sis dağıldı ve gözlerine geldi bir parlaklık.

Bir an duraksadı, sonra gürledi sesi:

“Hamdolsun” dedi “Ey aşk tanrısı!

Onun hikmetinden sual eyle sen gel,

Hiçbir şey durduramaz onu, hiçbir engel.

Mucizeleriyle sabit işte onun tanrısal gücü,

Cupid bu, tüm kalplerin hâkimi büyücü.

O ne arzu ederse derhal yerine gelir,

Arkita ve Palamon’un durumuna bakın bir:

Tereyağından kıl çeker gibi kaçmışlardı bu iki

Delikanlı, ve isteseler Thebes’e gidip halbuki

Yaşayıp giderlerdi bir elleri yağda, diğeri balda.

Oysa şimdi kendilerini savunamayacak bir halde

Elimdeler, canları emanet bana,

Bana, bu kanlarına susamış ezeli düşmana;

Ama Cupid’in işlerinde mantık aramak niye?

Geri getirdi onları kahırdan ölsünler diye.

Aptallığın âlâsıdır bu, düşünün bir yol,

Aşık bir adam değilse ya kimdir aptal?

Allah aşkına bakın nasıl görünüyorlar,

Kana bulanmış ikisi de yerde sürünüyorlar.

Aşk tanrısı böyle ödüllendirdi hizmetlerini,

Bu şekilde ödemeyi seçti ücretlerini.

Bir de şu duruşları yok mu –dikkat ettiyseniz–

Aşka kul köle bunlar, bu yolda birer aziz.

En komik olan da, sanki o değilmiş gibi

–Aşk tanrısı– bütün bu felaketlerin sebebi,

Benim düşündüğümün yarısı kadar bile

Aklından geçirmiyordur kuru bir teşekkür ile

Minnettarlığını belirtmeyi. Bir guguk kuşu veya tavşan

Kadar haberi yoktur baksan olanlardan.

Ne demeli, hayatta her şeyi denemeli bir kez,

Gençlikte değilsek eğer, yaşlılıkta aptalız.

Gençlikte çektiğim için yeterince aşk acısı,

Ben kendim de sayılmam aşkın pek yabancısı,

Bilirim işte bu yüzden ne kuvvetli

Darbeler vurur kalbe, ne sert, ah, ne şiddetli.

Aynı tuzağa ben de sık sık düştüğümden dolayı

Unutmaya hazırım bu mutsuz olayı,

Diz çökmüş yalvaran sevgili eşimin

Hatırına ve Emily’nin, sevgili kardeşimin;

Ama önce ülkeme saldırmayacağınızdan emin

Olmak isterim buna karşılık. Bu yüzden yemin

Edin bakalım, hiçbir zaman

Kalkışmayacağınıza benimle savaşa filan.

Affediyorum sizi, bağışlıyorum, yalnız

Hep benim yanımda ve bana dost kalacaksınız.”

İstediği yemini edip kendisine

Girdikten sonra gençler Dük’ün himayesine,

İki taraf da durumdan memnun olunca,

Theseus özetledi her şeyi şöyle kabaca:

“Zenginlik ve soylulukta doğrusu,

Bir kraliçe veya bir prenses bile olsa söz konusu,

Onlarla evlenmeye, doğru vakit saat

Geldiğinde, ayrı ayrı layıksınız, fakat

İkinizin kıskançlıkla böyle bir hışım

Birbirinize girmenize sebep kızkardeşim

Emily’ye gelince tabii durum değişik,

Farkındasınız, işte her şey açık ve seçik.

Sonsuza dek birbirinizi yiyip bitirseniz bile,

Evlenmesi imkânsız aynı anda ikinizle.

Anladınız sanırım niyetimi bunları derken,

Biriniz bakmak zorunda diğeri yerken;

İstediğiniz kadar kıskanç ve nefret dolu

Olun farketmez, ama her işin vardır derler bir yolu.

Kader ödüllendirsin sizleri bence bırakın,

Kararı o versin; şöyle bir önerim var, bakın:

“Bu kavga gürültüye bir son, bir çözüm

Olarak şöyle bir hal tarzı arzu ediyor gönlüm:

–Eminim bu ikinizi de mutlu edecek–

Biriniz Batı’ya, biriniz Doğu’ya gidecek,

Özgürce, fidye ve saldırı korkusu olmadan;

Tam bir yıl sonra –ne daha geç, ne bu süre dolmadan–

Geri geleceksiniz ‘Buyrun bakın’ diye

‘İşte emrimde silahlı tam yüz şövalye,

Büyük turnuva için teçhizat kuşandılar,

Emily’yi kazanmaya hazırlandılar.’

Alın benden de size bir şövalye sözü:

Şerefim üstüne temin ederim ki sizi,

Kim bu vuruşmada gücünü kanıtlayıp,

–Ya sen ya o– kim çıkarsa galip,

Yüz adamıyla birlikte, daha açık konuşursak,

Kim öldürürse rakibini ya da kim alırsa tutsak,

Emily onun. Tanrı’dan dileyecek daha ne kalır?

Mutsuz olmak için daha ne bahane kalır?

Turnuvalar işte bu düzlükte yapılacak tam,

Tanrı’dan dileğim adil bir hakem

Yapması beni. Ama kalmasın bunda pürüz,

Ya esir düşecek ya ölecek biriniz.

Eğer bu çözüm size esaslı

Görünüyorsa şükredin, gerçekten şanslı

Olduğunuzu düşünüp onaylayın baylar,

İşte böyle düşüncem, budur aldığım karar.”

Palamon sevinmesin de kimler sevinsindi?

Arkita değilse kimler coşsundu şimdi?

Ve çıkıp kim, sorarım hangi şiir

Oradakilerin sevincini anlatabilir?

Ne yüce bir lutufta bulunmuştu Theseus,

Diz çöktü bu olaya tanık olan herkes.

Yürekten teşekkürler ediyorlardı durup durup,

Özellikle de Thebes şehrinden gelen bir grup.

Ve bu duygularla pıt pıt atan kalpleri

Umut dolu, terkettiler bulundukları yeri.

Sonra da Thebes şehrinin eski ve geniş

Surlarına doğru başladı bir yürüyüş.

Explicit secunda pars.

Sequitur pars tercia.

Anlatmadan geçemeyeceğim bir konu daha var,

Zaten bunu atlarsam beni ihmalkâr

Davranmakla suçlayacaksınız. Dükün amacı

Bu turnuvayı bir gösteri aracı

Olarak kullanmaktı. Ne gerekse yapılacaktı.

Paralar su oldu, sel oldu aktı.

Onunkinden daha iyi bir arena ne bilir, ne tanırım,

Kimseler böylesini görmemiştir sanırım.

Meydanı çevreleyen bir taş duvar vardı,

Uzunluğu yaklaşık bir mil kadardı.

Ve hemen dışına kazılmıştı bir hendek,

Daireler halinde kıvrılıp yükselerek

Giden ve en son on sekiz metreyi bulan

Katlar halinde düzenlenmişti meydan.

Öyle ki herhangi bir sıraya oturan biri

Engellemeyecekti arkadan seyredenleri.

Yükseliyordu doğuda beyaz mermer bir kapı,

Batıda da görünüyordu buna benzer bir yapı.

Kısaca, belki dünya kurulduğundan bu yana,

Bunca çok şey sığdırılmamıştı böyle küçük bir alana.

Geometri, aritmetik, portrecilikten anlar,

Oymacılık ve sahne yapımında usta bir sanatkâr

Bulmak, tahmin edilir, zorlu bir işti,

Theseus onu bulmuş, ücretini ödemişti.

“Bana şöyle şöyle özellikleri olan

Bir yapı kur” demişti, “görkemli bir salon.”

Ve batı yakasının hemen yukarısına

Düşen bina adanmıştı aşk tanrıçasına.

Burası dini törenler için bir yer, bir sunaktı,

Venüs adına yapılmış bir tapınaktı.

Bu yapının hemen batısında

Yine bunun aynısı bir tapınağı vardı Mars’ın da;

Haddi hesabı yoktu sarfedilen altının.

Ama kuzeyde, duvarın üstünde uzun,

Kızıl mercanlarla süslü, zengin ve ak

Mermerden yapılmış bir üçüncü tapınak

Adanmıştı Diana’ya, o iffet

Tanrıçasına. Theseus’un yaptırdığı bu üç mabet

İşte böyle ihtişamla yükseliyordu orada.

Ama durun, galiba bu arada

Söz etmeyi unuttum oradaki binbir tür

Portre, resim ve birbirinden ilginç figür

Ve oymalardan. Oysa bunlardı bu enfes

Tapınakları eşsiz kılan temel süs.

İlk olarak, Venüs tapınağını gezen

Biri görürdü duvara işlenmiş, yürekler ezen

İç çekişlerini sevdalıların, kaçan uykularını,

Yanık türkülerini, kutsal gözyaşlarını, ateşli tutkularını,

Tükenmez çileleri, yeminleri, sözleri,

Çılgınlıkları, umutları, arzuları, hazları.

İşlenmişti yine Cömertlik, Güzellik, Gençlik ve Şehvet,

Aşk iksiri, Güç, Dalkavukluk, İhanet;

Taşkınlıkları, Kıskançlıkları ve Entrikaları,

(Kıvrım kıvrım sayısız sarı halkaları

İle altın çelenkler ve bir guguk kuşu olan

Bileğinde). Çalgılar, danslar, sayısız şölen,

Eğlenceler, gösteriler ve aşk deyince akla gelen

Ne varsa, anlattığım ve anlatacağım gibi mükemmelen

İşlenmişlerdi duvara layık sırayla;

İmkânsız anlatmak bunları birkaç mısrayla.

Doğrusu Venüs’ün sürekli yaşadığı

Yerin tamamı, yani bütün Kythera dağı

Resmedilmişti duvara, en cıvıl cıvıl

Giysisi içinde bahçesiyle, uşağı Aylaklık unutulmuş değil.

Ne Süleyman’ı, ne güzellik sembolü

Nergiz’i unutmuşlardı, ne de Herkül’ü

O acı kuvvetiyle. Medea’ydı onun yanındaki kişi,

Kirke de vardı tabii ve Turnus, cesur ve vahşi,

Ayrıca esir köle, zengin kral Karun;

İnsanoğulları iyice anlasın

Diye şu gerçeği ki Venüs ne güç, ne para, ne dolambaç, hile,

Ne cesaret, sağlık, ne zekâ ile

Karşı konamayacak tek güçtü dünyada.

Kemendinde sıkışanlar başlasa da feryada

Çırpınıp durmaları boşa gayretti;

Bu birkaç örnek sanırım yetti.

Tabii mümkün, örnekleri binlerce çoğaltmak,

İhtişamla, sonsuzluk denizinde dikiliyordu çıplak

Heykeli Venüs’ün. Cam pırıltılı yeşil dalgalar kütlesi

Halinde göbeği hizasına dek yükseliyordu su.

Sağ elinde bir sitar

Ve başında gerçekten görülmeye değer

Tomurcuk güllerden bir çelenk taşıyordu,

Tepesinde güvercinler dönerek uçuşuyordu.

Ve heykelin hemen önünde oğlu Cupid yer

Alıyordu, her iki omzunda birer

Kanat vardı ve kördü –zaten böyle tanımlanır en çok–,

Bir yay taşıyordu ve sivri uçlu birçok ok.

Neden sözlerime devam edip sanki

Güçlü kızıl Mars’ın tapınağındaki

Portrelerden de bahsetmeyeyim?

Resimlenmişti duvarlar ve tavanı deyim

Yerindeyse Trakya’daki, soğuk yıldızlar altındaki kırağı

Memleketindeki, Büyük Mars Tapınağı

Diye bilinen o ürkünç yerin tavanına benzerdi;

Trakya’daki bu saray Mars’ın yaşadığı yerdi.

Resmedilmişti duvara önce bakımsız

Bir orman –bir karmaşa yani– hayvansız ve insansız.

Yaşlı, çirkin, yamru yumru ve çıplak

Ağaç gövdeleri birbirine dolaşmıştı dal budak,

Ve bunların arasından akıyordu bir şelale,

Fırtınada kırılan dalların gürültüsüyle.

Orada bir yerde uzayıp giden bir inişte

Kurulmuştu savaşçı Mars’ın tapınağı işte.

Tanrı’nın bu çelikten pırıl pırıl yapısı

Girişi zorlaştıran, dar, ürkütücü kapısı

İle bir bütündü. İçerden şiddetli sarsıntılar

Geliyordu, sanki yıkılıyordu ne varsa kapı duvar.

Ve içerde, kuzeyde, duvarlara yansıyan sönük

Pırıltıdan başka yoktu hiç ışık,

Çünkü bir tek pencere bile konmamıştı;

Kapılar kalındı, dayanıklıydı, taştı,

Enine ve boyuna birçok demir çubuk

Destekliyordu kapıları her yandan üstelik;

Mabedin altındaki her demir sütun

Pırıl pırıldı ve yaklaşık çekerdi bir ton.

Resimlenmişti orada, gördüm, korkunç

Entrikaları kralların ve her türlü suç;

Alev alev yanan Öfke, amber kırmızısı,

Yankesici ve yanında solgun yüzlü Korku’su.

Paltosunun altında bir bıçak ve pis

Sırıtışıyla Suikastçi; yanmış evleri karartan is.

Kanayan yaralarıyla sıcak Savaş ve Cinayet

Vardı yatakta orda, sinsi İhanet;

Tartışma: tehditkâr hakaretlerle elinde bir bıçak;

Ansızın kopan, tüyler ürperten çığlık;

Yüreğinin kanıyla yapış yapış saçları,

Gördüm boylu boyunca uzanmış İntihar’ı.

Gömülüveren bir çiviyle çatladı alın, gördüm,

Ağzını açmış arkada duruyordu Ölüm.

Tam ortada bir yerde dikilmiş Şanssızlık,

Huzursuz nedense ve suratı asık,

Kıkırdayan Delilik, Çığlık, İsyan, Vahşet,

Çalılıklar içinde kesik boyunlu ceset.

Ve karanlık, kuytu bir köşede Diktatör

Altına almış kurbanına tecavüz ediyor.

Talan olmuş, yerle yeksan, bu bir şehir mi?

Dans eden alevler içinde sayısız gemi;

Ayının boğup attığı avcı, şanssız;

Beşikteki bebeğin üstünde tepinen domuz;

Kepçesine rağmen haşlanmış aşçı diri diri;

Kısaca Mars’ın hünerlerinden hiçbiri

Unutulmamıştı. Arabasının altında pestil arabacı,

Teker üstünden geçmiş bağırıyordu acı acı;

Cinayet aletleri yapan demirci, kasap, berber,

Oradaydı Mars’ın sillesini yiyen bu kişiler.

Yüksek bir kulede Zafer almıştı yerini,

Giyinmişti asil, görkemli giysilerini,

Sivri bir kılıç başına indi inecekti,

Ucunda sallandığı ip zayıftı, incecikti.

Sezar, Antonius ve Neron’un temsili

Tasvirleri vardı ve resim dili

İle anlatılıyordu ölümleri; –henüz

Doğmamışlardı bunlar, tabii biliyoruz,

Zarar yok durum böyle olsun varsın–

Onlar çok önceden, sadece Mars’ın

Tehditlerine örnek olsun diye çizilmişti,

Nasıl ki yıldızlara çok önceden yazılmıştı

Kim bir suikaste, kim aşka kurban

Gidecek.