Boğazının derinlerinden gelen bir sesle, askerliğini topçu olarak Fransa’da yaptığı yolunda bir şeyler mırıldandı. Vladimir küçümser bir tavırla, alay edercesine, konuşmayı birden İngilizce’ye çevirdi; bu dili yabancı olduğunu hiç belli etmeyen bir ağızla, tam bir İngiliz gibi konuşuyordu.
“A, evet! Elbette ya. Fransızların yeni sahra topları için geliştirdikleri kama gövdesi tasarımlarını ele geçirmekten kaç yıl yemiştin sen bakalım ha?”
Verloc beklenmedik bir biçimde, ama herhangi bir duygu belirtisi göstermeksizin, “Bir kalede beş yıl hapis,” diye karşılık verdi.
Vladimir’in yorumu, “Kolay atlatmışsın,” oldu. “Aslında, sırf yakayı ele verdiğin için bu kadarını hak etmişsin. Böyle bir işe neden kalkıştın ki?”
Verloc’un boğuk konuşma sesiyle, gençlikten, değersiz bir kadına pek fena tutulmuş olmaktan söz ettiği işitildi.
Vladimir, “Aha! Cherchez la femme,” diyerek sözünü kesti; biraz yumuşar gibi olmuştu, ama tavrı dostça değildi, tam tersine, lütfedip Verloc’a gösterdiği ilgide bir acımasızlık havası vardı. “Buradaki Büyükelçilik hesabına ne zamandır iş yapıyorsun?” diye sordu.
“Ta müteveffa Baron Stott-Wartenheim’in zamanından beri,” Verloc bunu söylerken, söz konusu diplomatın ölümünden duyduğu üzüntüyü belli etmek için dudaklarını hüzünlü bir biçimde uzatarak sesini yumuşatmıştı. Onun değişen bu yüz ifadesi Birinci Kâtip’in gözünden kaçmadı.
“Demek, ta onun zamanın... Her neyse!” diye durdu, sonra sert sert sordu: “Peki, kendini savunmak için neler söyleyeceksin bakalım?”
Verloc biraz şaşırmıştı; karşılık olarak, söyleyecek özel herhangi bir şeyi bulunmadığını belirtti. Bir mektupla buraya çağrılmıştı, elini paltosunun yan cebine daldırdı ama Vladimir’in alaycı ve küçümser bakışları karşısında mektubu çıkarmadı.
Birinci Kâtip, “Puh, puh! Böyle şişmanlayıp formdan düşmek de ne oluyor? Sende daha mesleğinin gerektirdiği beden yapısı bile yok. Sen kim, açlıktan nefesi kokan işçi sınıfının üyesi olmak kim! Söyle nesin sen ha? Gözü kararmış bir sosyalist mi, yoksa anarşist mi, hangisi?”
Verloc cansız cansız, “Anarşist,” dedi.
Vladimir sesini yükseltmeden, “Palavra!” diye devam etti. “Bizim ihtiyar Wurmt’u bayağı korkutmuşsun. Aslında bir budalayı bile kandıramazsın sen. Zaten bunların hepsi budala, ama sen çekilmez bir adama benziyorsun. Demek bizimle çalışmaya Fransızların top tasarımlarını çalarak başladın. Sonra da yakayı ele verdin. Hükümetimiz için son derece büyük bir sıkıntı kaynağı olmuştur herhalde. Pek becerikli biri gibi görünmüyorsun.”
Verloc boğuk sesiyle kendini savunmaya çalıştı. “Daha önce söylediğim gibi, değersiz birine pek fena tutulmuş durumdaydım.”
Vladimir iri, beyaz, tombul elini havaya kaldırdı.
“A, evet. Gençliğindeki şu talihsiz ilişki. Parayı aldı, sonra da seni polise sattı, değil mi?”
Verloc’un yüzünde beliren hüzünlü ifade ile tüm bedenine kısa bir an çöken halsizlik, bu üzücü gerçeği itiraf ediyordu. Vladimir bir eliyle, dizinin üstünde duran ayak bileğini kavradı. Lacivert, ipek bir çorap giymişti.
“Görüyorsun ki, pek akıllıca davranmamışsın. Belki de kadınlara çok kolay kapılan birisin.”
Verloc gırtlaktan çıkan hırıltılı bir sesle, gençlik yıllarının artık geride kaldığını mırıldandı.
Birinci Kâtip, içler ürperten senli benli bir tavırla, “Ah! Yaşlanınca geçen bir kusur değildir bu,” dedi. “Ama hayır, hayır! Bu tür şeyler için fazla şişmansın sen. Kadınlara zaafın olsaydı kendini bu hale sokmazdın. Senin sorunun nedir, ben sana söyleyeyim: Tembel herifin tekisin sen. Bu Büyükelçilik’ten ne zamandır maaş alıyorsun?”
Verloc bir an somurtarak durakladı, sonra, “On bir yıldır,” diye karşılık verdi. “Ekselans Baron Stott-Wartenheim Paris’te büyükelçiyken, birtakım görevlerle Londra’ya gönderiliyordum. Sonra ekselanslarının talimatıyla Londra’ya yerleştim. Ben İngilizim.”
“İngiliz’sin demek! Öyle mi?”
Verloc kuru bir sesle, “Doğuştan İngiliz uyrukluyum,” dedi.
1 comment