Bilenler kim ki? Kendilerine bile bakmaktan aciz birkaç yüz budala insan, o kadar.”
Vladimir arkasındaki adamın yan duran tombul yüzünü, hantal bedenini aynada otuz saniye kadar daha inceledi; aynı zamanda kendi tıraşlı, çenesinin altına doğru gitgide pembeleşen yuvarlak yüzünü, onu sosyetenin en yüksek çevrelerinde böylesine sevilen bir kişi yapan zarif nükteler için yaratılmış ince, hassas dudaklarını da görebiliyordu. Sonra döndü, odanın ortasına doğru öyle büyük bir kararlılıkla ilerledi ki, o sevimli eski moda papyon kravatının uçları, sanki ağza alınmayacak kötülük tehditleriyle diken diken oldu. Verloc bir an o yana baktı, hareketin hızı ve şiddeti karşısında içi korkuyla titredi. Vladimir, şaşılacak bir biçimde gırtlaktan çıkardığı, yalnız İngilizceye değil, hiçbir Avrupa diline benzemeyen ve Verloc gibi büyük kentlerin kenar mahallelerini yakından tanımış birinin bile ürkütücü bulduğu bir sesle, “Bakıyorum, küstahlık etmeye kalkışabiliyorsun,” diye söze başladı. Sonra, ölçüyü kaçırmayan bir öfkeyle doğrudan doğruya Verloc’un yüzüne, “Buna cesaretin var demek! Peki, şimdi seninle açık konuşacağım. Ses bir işe yaramaz. Senin sesine ihtiyacımız yok bizim. Sesini istemiyoruz. Biz olay istiyoruz, ortalığı ayağa kaldıracak olaylar istiyoruz, kahrolası adam!” diye devam etti.
Gözleri yerdeki halıda, Verloc kendini savunmak için boğuk sesiyle, “Böyle kasırga gibi üstüme gelip beni sindirmeye çalışmayın,” dedi. Bunun üzerine Vladimir, tehditler saçan papyon kravatının üstünden alaycı alaycı gülümseyerek Fransızca konuşmaya başladı.
“Sen ajan provokatörüm diye çıkıyorsun ortaya. Bir ajan provokatörün asıl işi kışkırtıcılıktır. Büyükelçilik’te hakkında tutulmuş kayıtlara bakılırsa, son üç yıldır aldığın parayı hak edecek hiçbir şey yapmamışsın.”
Verloc kılını kıpırdatmadan, gözlerini yerden kaldırmadan, ama gerçekten duygu dolu bir sesle, “Hiçbir şey yapmamışım ha!” diye haykırdı. “Kaç kere ben önledim, yoksa işler kötüye...”
Vladimir kendini koltuğa bırakırken Verloc’un sözünü kesti: “Bu sizin ülkede, önlemek tedavi etmekten iyidir, diye bir atasözü vardır. Aslında budalaca bir söz. Önlemenin sonu gelmez. Fakat İngilizlerin karakter yapısını gösteriyor. Bu ülkenin insanları işlerin sonuçlanmasından hoşlanmıyorlar. Sen de fazla İngilizlik etmemeye bak. Ayrıca, içinde bulunduğumuz durumda saçmalığı bırak. Kötülük gelmiş kapıya dayanmış zaten. Bizim istediğimiz önlemek değil, kötülüğü kökünden tedavi etmek istiyoruz biz.”
Vladimir sustu, yazı masasına doğru döndü, üstündeki bazı kâğıtları karıştırdı; sesini değiştirerek, Verloc’un yüzüne bakmadan, bir işadamı tavrıyla konuştu:
“Milano’da toplanan uluslararası konferanstan haberin vardır elbette, değil mi?”
Verloc boğuk sesiyle, kendisinin de günlük gazeteleri okuduğunu belirtti. İkinci bir soruya karşılık olarak da okuduklarını elbette anladığını söyledi. Bunun üzerine, bir yandan masadaki belgeleri teker teker gözden geçirmekte olan Vladimir hafifçe gülümsedi; “Latince yazılmış değillerse herhalde,” diye mırıldandı.
Verloc kuru bir tavırla, “Ya da Çince,” diye ekledi.
“Hımm. Senin şu devrimci arkadaşlarından bazılarının döktürdüğü sözler, her kelimesi Çince’ymiş gibi hiç anlaşılmayan karmakarışık bir dille yazılmış.” Vladimir küçümser bir tavırla elindeki gri bir yaprak basılı kâğıdı masaya bıraktı. “Üstünde çekiç, kalem ve meşale bulunan bütün bu İ. S. G. başlıklı el ilanları nedir, ha? Bu İ. S. G.
1 comment