On dört yaşına bastığında, müteveffa babasının yabancı bir süttozu şirketinin temsilciliğini yapan bir arkadaşı çocuğu odacı olarak işe almıştı. Sisli bir ikindi vakti, odacı başının yokluğunda, bir de bakmışlar Stevie merdivenlerde havai fişekler fırlatıyor. Birbiri peşinden hızla, dizi dizi azgın roketler, öfke saçan döner fişekler, gümbürtüler kopararak patlayan el maytapları ateşlemiş; aslında sonuç çok kötü olabilirmiş. Tüm binayı korkunç bir telaş almış. Gözleri fal taşı gibi açılan kâtip efendiler duman kaplı koridorlarda koşuşup durmuş, ipek silindir şapkalı beylerle yaşlı işadamları akın akın merdivenlerden aşağı inmişler. Stevie, yaptığı şeyden pek hoşlanmışa benzemiyordu. Neden böyle tuhaf bir davranışta bulunduğu pek anlaşılamadı. Ancak çok sonraları ablası Winnie’ye karışık, belli belirsiz bir itirafta bulundu. Öyle görünüyordu ki, binadaki başka iki odacı çocuk, anlattıkları haksızlık ve zulüm öyküleriyle Stevie’nin acıma duygusunu iyice kabartarak onu böyle bir çılgınlığa kalkışacak duruma getirmişlerdi. Ancak babasının arkadaşı, işini batırabilir korkusuyla çocuğa hemen yol vermişti. İyilikseverliğinden kalkıştığı bu gösteriden sonra Stevie, bodrum katındaki mutfakta bulaşıkların yıkanmasına yardım etmek ve pansiyonda kalan konukların ayakkabılarını boyamakla görevlendirildi. Belli ki, geleceği olan bir iş değildi bu. Bu beyler ara sıra ona bir şilin bahşiş veriyordu. Konuklar arasında en cömert davranan, Bay Verloc çıkmıştı. Ne var ki tüm bu paranın ne kazanç olarak, ne de gelecekteki beklentiler bakımından fazla bir anlamı vardı; öyle ki, Winnie Bay Verloc’la nişanlandığını açıkladığı zaman, annesi elinde olmadan içini çekerek bir an mutfağın bulaşık kısmına doğru bakmış ve şimdi zavallı Stephen’ın durumu ne olacak diye düşünmüştü.

Öyle görünüyordu ki, Bay Verloc kaynanası ile ailenin tüm varlığı olan ev eşyasının yanında Stevie’yi de kabul etmeye hazırdı. Gerçekten de Verloc tüm aileye kucak açarak o geniş, sevecen bağrına bastı. Eşyalar en uygun biçimde evin her yanına dağıtıldı, ama Winnie’nin annesi yalnızca ilk kattaki iki arka odaya yerleştirildi. Bunlardan birinde talihsiz Stevie yatıyordu. Şimdi yüzünde seyrek, yumuşak tüyler çıkmış, ufak olan çenesini altın sarısı bir sis gibi kaplayarak keskin çene çizgisini belirsiz hale getirmişti. Stevie, kör bir sevgi ve uysallıkla, ev işlerinde ablasına yardım ediyordu. Bay Verloc, bir şeylerle uğraşmanın ona iyi geleceğini düşünmüştü. Boş vaktini ise, kurşunkalem ve pergelle bir kâğıda daireler çizerek geçiriyordu. Böyle zamanlarda mutfak masasına dirseklerini yayar, başını iyice öne eğerek, kendini harıl harıl bu eğlenceli işe verirdi. Ablası Winnie bir anne dikkatiyle arada bir, dükkânın arkasındaki oturma odasının açık kapısından ona bakardı.

Bölüm 2

Bay Verloc saat on buçukta kentin batısına doğru yola koyulduğunda, geride işte böyle bir ev, böyle bir ev halkı ve böyle bir işyeri bırakmıştı. Verloc için olağanüstü erken bir saatti bu; dört bir yanından sabahın çiy düşmüş tazeliğinin verdiği bir parıltı saçılıyordu sanki; mavi kumaş paltosunun önünü iliklemeden bırakmıştı, potinleri pırıl pırıldı, yeni tıraş olmuş yanaklarında bir aydınlık vardı, gece huzurlu bir uykuyla dinlenen şişkin kapaklı gözleri bile, çevreye her zamankinden daha bir uyanık bakıyordu. Bu gözler şimdi parkın parmaklıkları arasından, Row’da at sırtında dolaşan erkekler, kadınlar; atlarını uyum içinde hızla sürüp geçen çiftler, vakarla ağır ağır ilerleyen başka biniciler, durup oyalanan üç dört kişilik atlı kümeleri, başkalarından uzak durmak ister gibi tek başlarına gezinen erkek biniciler, gene tek başlarına at binen, şapkaları kokartlı, bedenlerini sıkıca saran paltolarının üstüne deri kemer takmış birer seyisin uzaktan uzağa izlediği kadınlar görüyordu. Yanından arabalar geçiyordu, bunların çoğu iki atla çekilen kupa arabalarıydı; ara sıra, içinde yabani hayvan postu görünen, katlanmış körüğünün üstünden bir kadın yüzü ile şapkası çıkan gezinti arabalarının geçtiği de oluyordu. Londra’ya özgü (gözleri kan çanağına dönmüş gibi görünmesinin dışında, hakkında olumsuz hiçbir şey söylenemeyecek) bir güneş tüm bu görüntüleri ışıklarıyla iyice yüceltip daha da güzelleştiriyor, Hyde Park Corner’in tepesinde asılı durduğu yüksekçe bir yerden sanki tüm çevreye şaşmaz, sevecen bir dikkatle kol kanat geriyordu. Havayı dolduran bu ölgün ışıkta, Verloc’un üstünde yürüdüğü kaldırım bile hafif altın rengine bürünmüştü; duvar, ağaç, insan, hayvan, hiçbir şeyin ortalıkta gölge ettiği yoktu. Bay Verloc gölgesiz bir kentte, havayı kaplayan altın tozları içinde yürüyerek batıya doğru ilerliyordu.