Evlerin damlarında, duvarların köşelerinde, arabaların aynalıklarında, atların üstlerinde, Verloc’un paltosunun geniş sırtında donuk bir pas izlenimi uyandıran, bakırımsı, kızıl parıltılar vardı. Ancak Verloc paslandığının farkında değildi. Parkın parmaklıkları arasından, onaylayan gözlerle, kentin varlığı ile lüksünün kanıtlarını seyrediyordu o. Tüm bu insanların korunması gerekiyordu. Varlık ile lüksün başta gelen ihtiyacı korunmaktı. İnsanların kendileri korunmalı; atları, arabaları, evleri, hizmetçileri korunmalıydı; gelir kaynakları, hem kentlerin içinde hem kırsal yörelerde korunmalıydı; varlıklı insanların sağlıklı aylaklıklarına uygun düşen tüm bu toplum düzeni, sağlıksız emekçi kesiminin anlamsız kıskançlığına karşı korunmalıydı. Evet, korunmalıydı; Verloc, karakter yapısı bakımından her türlü gereksiz bedensel hareketten kaçınan biri olmasa, şimdi sevinçle ellerini ovuştururdu. Onun kendi aylaklığı da sağlıklı değildi, ama tam ona göreydi. Verloc aylaklığa, tembelliğe uyuşuk denebilecek aşırı bir tutkuyla –daha doğrusu aşırı tutkulu bir uyuşuklukla– bağlıydı. Çalışkan bir anne babadan doğmuştu, kendi ömrü de çalışıp didinmekle geçecekti ama o, bir erkeği önündeki bin kadın arasından belli birini seçmeye iten içgüdü kadar güçlü ve onun kadar anlaşılmaz ve derin bir duyguyla tembelliğe kucak açmıştı. Bir halk dalkavuğu, emekçi önderi ya da işçi bir hatip bile olamayacak kadar tembeldi. Bunlardan biri olmak için fazla sıkıntıya girmek gerekirdi. Verloc rahatını daha kolay bir yoldan sağlamak istiyordu ya da insanların tüm çabalarını etkisiz, boş sayan felsefi bir inançsızlığın kurbanıydı belki de. Bu tür bir tembellik, belli bir zekâ düzeyi gerektirir ve belli bir zekânın göstergesidir. Verloc akılsız bir adam değildi –tembelliği felsefi inançsızlıktan kaynaklansa, toplum düzeninin tehlikede olduğu düşüncesi karşısında belki kendi kendine alaycı bir tavırla göz kırpıp geçerdi– ama kuşkusunu belirtecek böyle bir işaret yapmak bile çaba gerektirirdi elbette. Verloc’un iri, patlak gözleri kırpılmaya elverişli değildi pek. Onun gözleri daha çok, uyurken heybetli bir etki yaratacak biçimde, ciddi ciddi yumulup kapanmaya yatkındı.
Bay Verloc duygularını dışa vurmayan, domuz gibi sapasağlam bir adam olduğu için, ellerini sevinçle ovuşturmadan, aklından geçen düşüncelere kuşkulu kuşkulu göz kırpmadan yoluna devam etti. Pırıl pırıl potinleriyle kaldırımda yürüyordu; kılık kıyafeti, kendi işinin sahibi, hali vakti yerinde bir ustanınkine benziyordu. Resim çerçeveciliğinden tutun, çilingirliğe kadar her meslekten olabilirdi, ufak çapta bir işveren bile sanılabilirdi. Ancak Verloc’un üstünde, işini yalan dolanla bile yapsa, hiçbir ustanın edinemeyeceği, tanımlaması olanaksız bir hava da vardı; genellikle geçimlerini insanların ahlak kusurlarını, budalalıklarını ve çıkar kaygılarını kullanarak sağlayan kimselerde –kumarhane cehennemleriyle genelev işletenlerde, özel dedektiflerle özel araştırmacılarda, içki ve (eklemem gerekir ki) insanları dinçleştirdiği ileri sürülen elektrikli kemer satanlarda, gizli birtakım ilaçlar icat edenlerde– görülen bir havaydı bu: Tüm insani değerleri reddeden kimselerin havasıydı. Ama araştırmalarımı o kadar derinleştirmediğim için, ilaç mucitleri konusunda pek emin olamıyorum. Bana kalırsa, onların yüzlerindeki ifade, herhalde tam anlamıyla iblisçe bir ifadedir. Gerçekten de öyle olduğu ortaya çıkarsa, hiç şaşmam doğrusu. Benim belirtmek istediğim şey, Verloc’un uyandırdığı izlenimin hiç de iblisçe olmadığı.
Verloc daha Knightsbridge’e varmadan, neredeyse tam bir sessizlik içinde hızla yol alan tek atlı arabaların arasında yalpalayarak giden otobüslerin, tırısa kalkmış gibi ilerleyen kapalı kamyonların gürültüye boğdukları işlek ana caddeden sola saptı. Hafifçe geriye doğru kaykılmış şapkasının altında kalan saçlarını saygın bir bey gibi özenle fırçalayarak, dümdüz yatırmıştı, çünkü işi bir büyükelçilikteydi. Ve Bay Verloc şimdi ‘özel’ diye tanımlanması hiç de yanlış olmayacak bir sokakta, kararlı adımlarla, kaya gibi (yumuşak bir kaya gibi) sağlam yürüyordu. Genişliği, ıssızlığı ve uzunluğu ile bu sokakta cansız doğanın, ölümsüz nesnelerin görkemli havası vardı. Ölümlülüğü anımsatan tek şey, bir doktorun kaldırıma yakın bir yere bıraktığı, heybetli bir yalnızlık içinde bekleyen tek atlı arabaydı. Sokak kapılarının pırıl pırıl tokmakları göz alabildiğince uzayıp gidiyor, temiz pencerelerden koyu, donuk bir ışık saçılıyordu. Ortalık tam bir sessizliğe bürünmüştü.
1 comment