Notlar, hesaplaşılanın nasıl ve neye yönelik bir korku olduğunu kimi zaman çok somut bir biçimde anlatır. 1920 yılına, yani Dava’nın yazılışından beş yıl önceye ait ve yazarın kendinden hep “O” (Er) diye söz ettiği notlardan birine bakalım:
“Yaptığı her şey, ona gerçi olağanüstü yeni, ama yeni’ nin bu olağanüstü yoğunluğu nedeniyle de yine olağanüstü acemice, neredeyse dayanılmaz geliyor; yapılanlar, tarihselliğe dönüşebilme yeteneğinden yoksun, kuşakları bağlayan zinciri parçalıyor, dünyanın şimdiye değin en azından sezgi yoluyla algılanan müziğini ilk kez en derin noktalara kadar kesintiye uğratıyor. O, kendini beğenmişliği içersinde kimi zaman kendinden çok dünya için korku duymakta.”
Bir başka nottan:
“O, bu yaşamın mutluluklarını değil, daha yüce bir yaşama yükselme karşısında duyduğumuz korkuyu paylaşıyor; bu yaşamın acılarını değil, fakat o korku yüzünden kendimize verdiğimiz acıyı çekiyor.”
Korku, Kafka’nın iç dünyasının ayrılmaz bir parçası ve neredeyse yönelimlerinin temel taşıdır:
“Beni engelleyenin olgular olduğu pek söylenemez, bir korku, aşılabilmesi olanaksız bir korku var; mutlu olmaktan korkmak, daha yüce bir amaç için kendime acı verme tutkusu ve buyruğu.” (Felice’ ye yazdığı 8 Temmuz 1913 tarihli mektup.)
Yine Felice’ye yazdığı 1 Temmuz 1913 tarihli mektubunda Kafka, umursamazlığın yanı sıra korkunun da insanlara ilişkin temel duygusu olduğunu belirtir. Yazar, kendi kendisinin özünün korkudan oluştuğuna inandığı için, dünya ve insanlarla olan ilişkisini de yalnızca korkunun belirleyebileceğine inanır. Bunu, Milena’ya çok açık söyler:
“... ve ayrıca benim özüm, korkudan başka bir şey değil.”
Kafka, zamanla bu korkuya bir anlamda olumlu bakmaya başlar ve böylece de kendi kendini, özünü, daha açık, adeta yakınmasız benimser. Yine Milena’ya yazdığı bir mektuptan:
“Mektupların arasında en güzel olanları (...) ‘korkuma’ hak verdiklerin ve aynı zamanda da bu korkuyu çekmek zorunda olmadığımı açıklamaya çalıştıkların. Çünkü her ne kadar bazen ‘korkumdan’ rüşvet almışçasına onu savunuyor gibi gözüksem de, ruhumun derinliklerinde bu korkuya büyük bir olasılıkla hak veriyorum, dahası o korkudan oluşuyorum ve o korku, benim en iyi yanım. Ve benim en iyi yanım olduğu için de belki sevdiğin tek yanım. Çünkü onun dışında sevilmeye değer bir yanım yok. Ama bu korku, sevilmeye değer.”
Korku’nun Kafka’nın sanatçı kimliği içersindeki yeri bağlamında, yazar üzerine en iyi incelemelerden birini kaleme almış olan Jürg Amann’ın şu satırları oldukça aydınlatıcıdır:
“Bir yandan dünya ile, örneğin korkunun belirlediği böylesine büyük bir gerilim ilişkisi içerisinde bulunmak, öte yandan da özellikle bu gerilimi asıl benliği diye olumlamak, belki de sanatçılığın bir koşuludur. Çünkü koşulun yalnızca birinci bölümünü yerine getiren, kendi adımlarını her şeyin ölçütü kılma ve kendi yolunu yeni dünya niteliğiyle savunma gücünü bulamayan, adımlarını dünyaya uyduramaz. Böylesinin sonu ancak delilikle noktalanacaktır. Koşulun yalnızca ikinci bölümünü yerine getiren ise kendisiyle ve dünyayla bütünleşecek, böylece de, kendine özgü bir dünya yaratmak bir yana, dünya üzerine söyleyecek hiçbir şeyi olmayacaktır. Kafka ise koşulun bütününü yerine getirmiştir. Kendisiyle dünya bağdaştırılamaz karşıtlıklar konumundayken, o özellikle bu bağdaşmazlığı bir bütüne dönüştürebilmiştir.” (Jürg Amann: Franz Kafka, eine Studie über den Künstler, R.Piper & Co.Verl., Münih 1983.)
Kafka’nın dünya için, kendisi için çektiği korku, geniş ölçüde Camus’nün biraz yukarıdaki alıntıda sözünü ettiği “insanoğlunun bir başka insanla insanlığın diliyle konuştuğu takdirde, onca insanca tepkiler yaratabileceğine yönelik o sonrasız güven duygusu”nun yitirilmiş olmasından kaynaklanan korkudur. Bir dostuna yazdığı, 9 Kasım 1903 tarihli bir mektubunda Kafka, insanın insandan kopukluğunu şöyle dile getiriyor:
“... Ormanda yolunu yitirmiş çocuklar gibi terk edilmişlik içersindeyiz. Önümde durup bana baktığında, ne sen benim içimdeki acıları anlayabiliyorsun, ne de ben seninkileri. Ve senin önünde kendimi yere atsam, ağlasam ve anlatsam bile, biri sana cehennemi sıcak ve korkunçtur diye anlattığında cehennem hakkında ne bilebilirsen, benim hakkımda da ancak o kadarını bilebilirsin...”
Dava (Der Proceß), yazarın yukardan beri sözünü ettiğimiz korkusunun yaratı düzleminde en yoğunlaştığı eserlerinden biridir. Romanın kahramanı Josef K., dünya ile aslında bir sıradanlık ilişkisi içersindedir; bir başka yönüyle o, her yönüyle bir sokaktaki adam’dır. Her gün düzenli gittiği bir işi, her sabah çıktığı, akşam da geri döndüğü bir pansiyonu, küçük merakları, sıradan tutkuları vardır. Yani hiçbir yönüyle bir kahraman değildir; ama her yönüyle, ya da sırılsıklam insandır. Her şey, bu insanın bir sabah evinde bilmediği bir suçtan ötürü tutuklanmasıyla başlar.
K., ilk başta doğal olarak korkarsa da, bu korkusu zamanla yoğunluğunu yitirir. Hangi suçu işlediğini bilmeden yargılanma sürecine girmesi, çevrenin telkiniyle K.’ya da bütünüyle doğal bir süreç gibi gözükmeye başlar. Aslında kendi “davalı” konumundan romanda ilk söz eden de K.’dır. Kimin tarafından dava edildiğini sorduğunda, daha biraz önce ona tutuklandığını bildirmiş olan ve böylece görevini tamamlamış gözüken kişi, K.’ya dava edildiğini söyleyemeyeceğini, daha açık deyişle dava edilenin o olup olmadığını da bilmediğini söyler; evet, tutuklanmıştır, ama doğru olan tek şey, şimdilik budur.
K., gerçi tutuklanmıştır, ama günlük yaşamını sürdürmekte özgürdür. Belki mahkeme, yalnızca onun tutuklanmasını istemiştir; belki de bu tutuklama bir tehdit değil, yalnızca bir uyarıdır. Her ne olursa olsun, K. davayı kendi girişimleriyle yürütmek ister; mahkemenin çok ağır çalıştığı düşüncesiyle, bir an önce mahkûm olabilmek için çare arar. Mahkûm olmak istemesinin nedeni, davadan ancak böyle kurtulabileceğini bilmesidir.
1 comment