Ben suçları severim baron, onları isterim ve konumum gereği bunları cezalandırmak zorundayım; şimdi sana evine dön ve düşünceni değiştir diyorum, beş yıllık bir ömrün daha var, beş yıl sonra öleceksin, ama günün birinde Tanrı'nın hizmetinde olma umuduna kapılmadan ve eğer tutumunu değiştirirsen... Hoşça kal."

Yanından ayrılan hiç kimseyi görmeden kendini birdenbire yapayalnız bulan baron hemen geri döndü, karşısına çıkan her köylüye onun şu ya da bu biçimde yanında bir adamla beşik çardağa girdiğini görüp görmediklerini sordu; herkes onun oraya yalnız girdiğini, hatta onun böyle elini kolunu salladığını görünce korkup hanıma haber vermeye gittiklerini, ancak şatoda kimsenin olmadığını söyledi.

"Kimse yok mu?" diye haykırdı baron telaşla, "altı hizmetçiyi, yedi çocuğumu ve karımı orada bıraktım."

"Hiç kimse yok beyim," diye karşılık verildi.

Korkusu gitgide artan baron hemen eve koştu, kapıyı çaldı, içerden yanıt gelmeyince kapıyı kırıp içeri girdi, basamaklardan akan kan, onu az sonra yıkacak olan felaketin habercisiydi, büyük salonun kapısını açtığında karısını, yedi çocuğunu ve altı hizmetçisini gördü, hepsinin boğazı kesilmiş ve hepsi farklı pozisyonlarda yerde, kanların ortasında yatıyordu. Baron kendini kaybetti, tanıklıkları önemli birkaç köylü içeri girer ve aynı korkunç manzarayla karşılaştılar; beyin yardımına koştular, yavaş yavaş kendine gelen baron onlara bu zavallı aileye karşı olan son görevlerini yerine getirmelerini, onları gömmelerini rica etti ve hemen orayı terk edip yürüyerek Büyük Manastır'a gitti, beş yıl sonra da burada dinine son derece bağlı bir biçimde öldü.

Bu anlaşılmaz olayla ilgili herhangi bir düşünce ileri sürmekten kaçınıyoruz; böyle bir olay var, inkâr edilemez, ama açıklanamaz da. Düşlere inanmaktan kaçınmak gerek, orası kesin, ama bir şeyin gerçekliği herkes tarafindan kabul ediliyorsa ve o şey bunun gibi tuhafsa başı öne eğmek, gözleri kapamak ve "gezegenlerin uzayda nasıl yüzdüğünü anlamıyorum, yeryüzünde de benim anlamadığım şeyler olabilir pekâlâ" demek gerekiyor.

(Çev. Nermin ACAR)



   DOLANDIRICILAR

Paris'te tek meslekleri başkalarının sırtından geçinmek olan, insanların içine yayılmış insanlar olmuştur her zaman. Bu düzenbazların, kurbanlarını ağlarına şu ya da bu biçimde düşürmek için ustaca manevralar bulup buluşturmada üstlerine yoktur; kolordu kentte göredeyken müfrezeler daldan dala uçar, kırlara dağılır ve özellikle kamu taşıtlarıyla yolculuk ederler; durum böyleyken gelelim bu kötü ellere düşen çaylak kızın acınası öyküsüne. Rouen'lı bir burjuvanın kızı Rosette de Flarville, ısrarlı isteklerin ardından babasından Paris'te karnavala katılma iznini koparır; Quincampoix sokağında oturan, zengin bir tefeci olan amcası Mösyö Mathieu'nün evine gidecektir. Rosette, biraz saf olmakla birlikte on sekiz yaşına girmişti, çekici, sarışın, güzel mavi gözlüydü, teni göz kamaştırıyordu ve boynundaki ince tülle işin erbabı olana en azından değerinin ne olduğunu gösteriyordu… Ayrılık sırasında gözyaşı eksik olmamıştı; babacığı kızından ilk kez ayrılıyordu; usluydu, aklı başındaydı, iyi bir akrabanın evine gidiyordu, Paskalya'da geri dönecekti, bütün bunlar iyi bir avuntu nedeniydi, ancak Rosette çok güzeldi, Rosette herkese çok güven duyan bir kızdı ve saf, dürüst, güzel bir taşralı kadın için çok tehlikeli bir kente gidiyordu. Güzel kız Paris'te küçük çevresine ışık saçacak, gereken her şeyle, Mathieu amca ve kızları için oldukça çok sayıda takı ve armağanla yola çıkar; Rosette arabacıya emanet edilir, babası kucaklar, arabacı atları kırbaçlar ve herkes kendi köşesinde gözyaşı döker; ancak çocukların dostluğunun babalarınkinden daha yumuşak olması için fazlası gerekmektedir: doğa öyle yaratmıştır ki birinciler, başlarını döndüren zevkler içinde kendilerini dünyaya getirenlerden istemeye istemeye uzaklaştıran ayrılık konuları bulurlar ve ana babaların ruhlarında çok içten olan en özel, en ateşli sevecenlik duygularını yüreklerinde soğuturken onların en genç yaşlarının eski zevklerine karşı duyarsız kılan bu korkunç kayıtsızlığa, dolayısıyla yalnızca kendilerini canlandıran bu kutsal nesnelere sarılma olgusuna dokunurlar.

Rosette bu genel yasayı kavradı, gözyaşları kısa süre sonra kurudu ve Paris'i görme sevinci içinde oraya giden ve kendisinden daha iyi tanıyor görünen insanlarla tanışmakta gecikmedi. Quincampoix Sokağı'nın nerede olduğunu öğrenmek için ilk sorusunu sordu.

"Benim mahallemdir, küçük hanım," dedi üniforma benzeri giysisi ve ses tonunun üstünlüğüyle sarsıntılı toplulukta zarları elinde tutan iri yarı, tuhaf biri.

"Nasıl, beyefendi, Quincampoix Sokağı'nda mı oturuyorsunuz?"

"Orada yirmi yıldan fazladır otururum."

"Aa! O zaman Mathieu amcamı tanıyorsunuz," dedi Rosette.

"Mösyö Mathieu sizin amcanız mı, küçükhanım?"

"Elbette, yeğeniyim; onu görmeye gidiyorum, kışı onunla, sizin de tanıdığınızı sandığım kuzinlerim Adelaide ve Sophie'yle geçireceğim."

"Aa! Onları, en yakın komşum olan Mathieu'yü ve kızlarını nasıl tanımam, küçük hanım! Ayrıca kızlardan birine beş yıldır âşığım.

"Kuzinlerimden birine âşık mısınız? Bahse girerim ki Sophie'dir."

"Hayır, gerçekten, Adelaide, çekici bir kız."

"Bütün Rouen'da söylenen bu, onları hiç görmedim, onun için ömrümde ilk kez başkente gidiyorum."

"Oo! Kuzinlerinizi tanımıyor musunuz, küçük hanım? Mösyö Mathieu'yü de tamıyorsunuzdur mutlaka."

"Mathieu amcam annem beni dünyaya getirince Rouen'dan ayrılmış, bir daha da geri dönmedi."

"Elbette çok dürüst bir insan ve sizi evinde ağırlamaktan büyük mutluluk duyacaktır."

"Güzel bir ev, değil mi?"

"Evet, ama bir kısmını kiraya veriyor, kendisinin yalnızca bir dairesi var."

"Ve giriş katı."

"Kuşkusuz ve bildiğim kadarıyla üstte bir yatak odası."

"Amcam çok zengin bir adamdır, ama benden utanmayacak: bakın, babamın Paris'te modaya uygun giyinmem ve kuzinlerime utandırmamam için verdiği şu iki yüz Louis parasına, onlara götürdüğüm şu armağanlara, bakın şu güzel küpelere, en az yüz Louis eder, şu Adelaide için, metresiniz için; ve şu en azından aynı değerdeki kolye Sophie için; hepsi bu değil, bakın üstünde annemin portresi bulunan şu altına, daha dün değerinin elli Louis'den fazla olduğu söyleniyordu, bu da Mathieu amcam için, babamın armağanı. Ah! Elbette üzerimdeki bütün bu pılıpırtı, para ve takı beş yüzden fazla Louis eder."

"Amcanızın evinde güzelce ağırlanmak için bütün bunlara ihtiyacınız yok," diyor dolandırıcı güzele ve paralarına bakarak. "Sizi görmeleri mutlaka bütün bu saçmalıklardan daha fazla sevindirecektir."

"Önemli değil, önemli değil, babam her şeyi gerektiğince yapan zengin bir adam ve taşrada yaşadığımız için küçümsenmemizi istemiyor."

"Doğrusu, küçük hanım, Mösyö Mathieu'nün sizi oğluyla evlendirmesini ve Paris'ten hiç ayrılmamanızı isterdim."

"Oğlu yok ki onun."

"Yeğeni, demek istiyorum, hani şu delikanlı…"

"Kim, Charles mı?"

"Elbette, Charles, öyle ya, en iyi arkadaşım."

"Ne, Charles'ı da mı tanıdınız beyefendi?"

"Önceden tanıdım, hala da tanıyorum, küçük hanım, ondan da fazla, bu Paris yolculuğunu onu görmek için yapıyorum."

"Yanılıyorsunuz beyefendi, öldü o; ta küçüklüğünde beni ona vermek üzere söz kesilmiş, kendisini tanımıyordum, söylendiğine göre yakışıklıymış; görev düşkünlüğü canını aldı, savaşa katıldı, orada öldürüldü."

"İyi, iyi küçük hanım, isteklerim gerçekleşecek gibi görünüyor; emin olun size sürpriz yapılacak. Charles hiç ölmedi, öldüğü sanılıyordu, altı ay önce geri döndü; bana yazdığına göre evlenecekmiş; öte yandan sizi Paris'e gönderiyorlar, kuşkunuz olmasın küçük hanım, bu bir sürprizdir, dört gün sonra Charles'ın eşi olacaksınız ve yanınızda getirdiğiniz her şey düğün armağanları."

"Doğrusu beyefendi, söylediklerinizin gerçeğe benzer yanları çok; sizin söylediklerinizle babamın anımsadığım bazı sözlerini birleştirince tahmin ettiğiniz şeyin hiç de olanaksız olmadığını görüyorum… Demek Paris'te evleneceğim… Parisli bir hanım olacağım, ah beyefendi, ne güzel! O zaman sizin de Adelaid'le evlenmeniz gerek, kuzinimin karar vermesi için elimden geleni yapacağım, dördümüz sevgiyle yaşarız.

Tatlı ve iyi yürekli Rosette'in ağzından söz almak için eşeleyen düzenbazla söyleşisi böyleydi. Adam, içini saflıkla döken bu saf kızdan çok yarar saglayacağını umuyordu. Hangi hovarda takımı beş yüz Louis'ye ve güzel bir kıza ağ atmazdı, böyle bir karşılaşma onlarda hangi duyuları uyandırmazdı ki! Pontoise'a yaklaştıklarında:

"Küçük hanım, dedi üçkâğıtçı, aklıma bir fikir geliyor, gidip at kiralayacak, sizden önce amcanızın evine varacak, gelişinizi haber vereceğim; hepsi sizi karşılamaya gelecektir, eminim ve en azından bu büyük kente vardığınızda yalnız olmayacaksınız."

Tasarı kabul edilir, kibar adam ata biner ve komedisinin aktörlerine haber vermeye gider, herkes eğitilmiş ve ne yapacağını bilmektedir, iki fayton sözde aileyi Saint-Denis'ye getirir; handa inilir, düzenbaz tanıtmayla ilgilenir, Rosette orada Mösyö Mathieu'yü, ordudan dönen büyük Charles'ı, iki güzel kuzini bulur, kucaklaşırlar, Normandiyalı kız mektupları verir, iyi yürekli Mösyö Mathieu, kardeşinin sağlığının yerinde olduğunu öğrenince sevinç gözyaşları döker, armağanları dağıtmak için Paris'e gidiş beklenmez, babasının cömertliğini hemen göstermek isteyen Rosette onları dağıtmakta acele eder, yeniden kucaklaşılır, teşekkürler edilir, güzel kız Quincampoix Sokağı diye düzenbazların genel karargahına götürülür. Görünüşü oldukça güzel bir eve varılır, Madmazel Flarville yerleşir, sandığı bir odaya götürülür ve tek düşünülen şey yemek masasına oturmaktır; konuk kızın beyni bulanana kadar içmesine özen gösterilir: yalnızca elma şarabı içmeye alışık olan kız şampanyanın Paris'in elma suyu olduğuna inandırılır, yumuşak başlı Rosette söylenen her şeyi yapar, sonunda kendinden geçer; savunmasız duruma düşünce kendisini çırılçıplak ederler, kızın üstünde doğanın verdiği çekicilikten başka bir şey kalmadığına emin olan düzenbazlar, bu çekicilikleri bozmadan kendisine bırakmak bile istemeden bütün gece zevk yaşarlar; sonunda bu zavallı kızdan alabilecekleri her şeyi elde etmekten, aklını, onurunu ve parasını kapmaktan hoşnut olarak paçavralarla giydirirler ve gün doğmadan Saint Roch kilisesinin basamaklarına götürüp bırakırlar. Güneşin ortalığı aydınlatmaya başlamasıyla gözlerini açan, içinde bulunduğu korkunç durum karşısında şaşkına dönen bahtsız kız, alelacele kalkar, kendi kendine ölü mü, canlı mı olduğunu sorar; sokak çocukları çevresini sararlar, uzunca bir zaman oyuncakları olur, sonunda isteği üzerine bir komiserin evine götürülür, orada başına gelen üzücü öyküyü anlatır, babasına mektup yazılması için yalvarır ve bu arada bir yerde barındırılmasını ister; komiser, onca saf ve dürüst bu zavallı yaratığı kendi evinde barındırır, Normandiyalı burjuva gelir, karşılıklı dökülen gözyaşlarından sonra çocuk evine götürülür. Söylendiğine göre ondan sonra Fransa'nın onca polisi olan başkentini yeniden görme isteğini hiç duymamıştır.

(Çev. Aytekin Karaçoban)



   DORCİ'LER YA DA KADERİN CİLVESİ

Şu yeryüzünde, doğanın bize sunduğu duyguların en güzeli, hiç tartışmasız yardımseverlik duygusudur. Gerçekten de, hemcinslerinin acılarını dindirmekten daha duygulandırıcı bir uğraş var mıdır? Böyle bir işe kalkıştığımız an, ruhumuzun bizi yaratan yüce varlığın niteliklerine en fazla yaklaştığı an değil midir? Yardımseverliğin, bazen felaketleri de beraberinde getirdiği söylenir. Kendimizi ve başkalarını memnun ettikten sonra bunun ne önemi var! Mutluluk için de bu kadarı yeterli değil midir?

İnsanlar, Dorci Kontu ve Dorci Markisi arasında hüküm süren dostluk kadar mükemmel bir dostluğa, çok eski devirlerden beri hiç şahit olmamışlardı. Bunlar, hemen hemen aynı yaşlarda; yani otuz-otuz iki yaşlarında, aynı askeri birlikte subay olarak görev yapan ve ikisi de bekâr olan iki erkek kardeştiler. Bugüne kadar hiçbir olay, onları birbirlerinden ayıramamıştı. Babaları öldükten sonra, kalan mülke ortaklaşa sahip olmuşlar ve kendileri için çok değerli olan bu ilişkilerini daha da güçlendirmek için aynı evde oturup, aynı hizmetkârları kullanmaya başlamışlardı. Nitelikleri kendi niteliklerine uyan ve yaşamlarını mutlu kılan hep sürüp gidecek bu birlikteliklerini kabul edecek iki eş bulmadan evlenmemeye karar vermişlerdi.

Bununla beraber, bu iki kardeşin zevkleri tamamen aynı değildi. Evin büyüğü olan Dorci Kontu istirahatı, yalnızlığı, gezintiyi ve kitapları seviyordu; biraz karamsar da olsa iyi, hassas, namuslu bir kişiliğe sahipti; başkalarını mutlu edebilmek zevki, ruhunun en güzel yanlarından birini oluşturuyordu. Kalabalığı pek sevmediği için kendini, sadece Aigle yakınlarında, Perche Ormanı civarında, kardeşiyle beraber sahip olduğu güzel bir malikaneye, o da görevi izin verirse, birkaç ay geçirmeye gittiği zamanlar mutlu hissediyordu.

Kardeşinden çok daha hareketli olan ve kendisini dünya yaşamına daha çok vermiş olan Dorci Markisi ise, kırlara karşı bu kadar büyük bir sevgi beslemiyordu. Çekici bir yüzü ve kadınların hoşuna giden bir havası vardı. Kadınların oyuncağı olmuş gibiydi biraz. Coşkulu bir ruh ve güçlü bir zekâyla desteklenen ve bir türlü dozunu ayarlamayı beceremediği bu zaafı, korkunç acılarının da kaynağı olmuştu zaten.