İlk önsözde söylediklerim, geçerliliğini elbette bugün de korumakta. Ama aradan geçen yıllar boyunca bazı değişiklikler oldu. Örneğin, “artık aramızda olmayanlar”ın kervanına sevgili Erdal Öz de katıldı. Erdal Öz’ün ölümüyle birlikte edebiyatımız önemli bir yazarını, yayıncılığımız ise çok değerli bir üyesini yitirdi. Bana gelince Erdal Öz’le birlikte yirmi altı yıllık bir dostumu, dolayısıyla da hayatımın bir bölümünü yitirdim.
Ama ilişkimiz, bir şekilde bugün de sürüyor. Yıllar önce seyrettiğim bir oyunun kapanış sahnesinde, değerli tiyatro sanatçımız Şükran Güngör’ün dediği gibi: “Ölüm, bir hayata son veriyor; ama bir ilişkiyi bitiremiyor...” Bizimkisi de bitmedi; ama bazı sabahlar bana telefon açıp sevgi ile yoğrulmuş bir mizahla, “Nasılsınız efendim?” diye soran o sesin yokluğuna sanırım hiç alışamayacağım. Çünkü Kafka’yı okumak gibi, o sesi duymak da benim için hayatımızın acınası sıradanlığı içerisinde hep en büyük umutlardan biri olmuştu.
İlk basımın önsözünde de belirttiğim gibi, Kafka’nın Die Verwandlung adlı eserini dilimize ilk getiren, ben değilim. Bu kitap, benden önce çeşitli tarihlerde Vedat Günyol, Arif Gelen ve Kâmuran Şipal gibi çok değerli çevirmenler tarafından da Türkçeye çevrilmişti. Hemen belirteyim ki, bu çalışmaya önceki çevirileri beğenmediğim veya yeterli görmediğim için başlamadım. Tam tersine, onların hepsini son derece saygıdeğer ve yetkin düzeyde çalışmalar olarak görüyorum. Ne var ki, uğraşına tam anlamıyla gönül vermiş bir çevirmen, yabancı dilde okuduğu bir yazara ve eserlerine bir defa vurulmayagörsün; o vurulma anından sonra o yazara – daha önce kaç defa çevrilmiş olursa olsun – bir de kendi yazılı sesini vermek, çevirmen için gerçek bir tutkuya dönüşebilir. Bu tutku, birincil olarak kendi yapacağı çevirinin öncekilerden üstün olacağı inancından kaynaklanmaz – belki genel olarak kaynaklanmamalıdır da. Önemli olan, o çevirmende kendi yorumunu da aktarma tutkusunun doğmasıdır. Bu tutku, çevirmenin iç dünyasına bir defa yerleşti mi, eser daha önce çevrilmiş veya çevrilmemiş; artık hiç fark etmez. Ben, Dönüşüm’den sonra aynı tutkuyu Dava için de yaşadım. Ayrıca Kafka, bana böyle bir tutkuyu aşılamış olan tek yazar değil... Örneğin Stefan Zweig çevirilerim arasında da daha önce başka çevirmenlerce dilimize aktarılmış olan metinler var.
Kafka’nın Die Verwandlung başlıklı uzun öyküsü, daha önce hep Değişim adıyla çevrildi ve öyle tanındı. Oysa Almancada “die Verwandlung”, bir değişimden, değişiklikten çok daha köktenci bir olguyu, bütünüyle değişip başkalaşmayı, bir metamorfoz durumunu dile getiren bir sözcüktür; öyküde Gregor Samsa’nın bir sabah kendini yatağında bir böcek olarak bulması, salt bir değişim değil fakat başkalaşım’dır; o, insanlığını koruyarak bazı değişiklikler geçirmemiştir; artık farklı bir canlı türü olmuştur. Ben de bu nedenle çevirime “Değişim” yerine “Dönüşüm” başlığını seçtim.
Türkiye’de okur, bu öyküye gerçekten yoğun ilgi gösterdi. Şu anda 28. basımın çıkmak üzere oluşu, bunun kanıtı. Dikkat çekici olan bir başka nokta ise bu ilginin özellikle gençlik kesiminden gelmesi. Yıllardır çeşitli üniversitelerde ders verdiğim için, bu durumun yakından tanığıyım. Bazen gençlerin bu yoğun ilgisini kitabın inceliği ile açıklamaya kalkışanlar da oldu. Ama ben bu düşünceye hiçbir zaman katılmadım. Çünkü Dönüşüm, sayfa sayısının azlığına, ayrıca üslubunun da görünüşteki yalınlığına karşılık, deyim yerindeyse öyle kolay yutulur lokma değil. Bence asıl nedeni bir başka olguda aramak gerekiyor. Kafka, Dönüşüm’ü XX. yüzyılın başlarında kaleme aldı. İçinde bulunduğu zaman parçası, XIX.
1 comment