Kapalılık, küflenmişlik, acılaşmışlık kokar; üşütür adamı, buruna nemli gelir, giysilere işler; yemek kokuları sinmiştir her yanına; pis pis mutfak kokar, düşkünler yurdu kokar. Genç, yaşlı, her pansiyonerin nezleli havasından buraya katılan mide bulandırıcı temel öğeleri ölçmek için bir yol bulunsaydı, bu oda belki o zaman betimlenebilirdi. Ama bu dümdüz çirkinliklere bakmayın siz, bu salonu bitişiğindeki yemek odasıyla karşılaştırırsanız, onu yüksek çevreden bir kadının odası kadar zevkli ve hoş kokulu bulursunuz. Baştan başa tahta kaplamalı olan bu oda, bir zamanlar tek bir renge boyanmışken, bugün belirsiz bir renk almış, üzerini örten kir tabakaları tuhaf desenler çizmiştir. İki yanında yapışkan büfeler, bunların üzerinde de kenarları diş diş, donuk sürahiler, maden peçete bilezikleri, Tournai porseleninden mavi kenarlı tabak yığınları vardır. Bir köşede göz göz bir kutu, numaralı gözlerde de her pansiyonerin yemek ya da şarap lekelerine batmış peçeteleri durur. Şu kırılıp bozulmak bilmeyen, her yandan atılmış olan Incurables’daki7 uygarlık kalıntıları gibi eşyalar görürsünüz burada. Örneğin yağmur yağınca içinden bir Fransisken papazı çıkan bir barometre, hepsi de yaldız çizgili, kara ve cilalı tahta çerçeveli, insanda iştah bırakmayan, tiksindirici gravürleri; bakır kakmalı, bağadan bir saat çerçevesi; yeşil bir soba, tozları ile yağları birbirine karışmış Argand gaz lambaları, yemekten yemeğe gelen, şakacı bir müşterinin parmağını sivri bir kama gibi kullanarak üzerine adını yazmasına elverecek derecede kirli bir muşambayla kaplı bir uzun masa, topal iskemleler, hiçbir zaman kaybolmayıp açılan, yürek yarası hasır paspaslar, sonra delikleri kırılmış, menteşeleri sökülmüş, tahtaları kömürleşmiş, zavallı ayak tandırları. Bu eşyaların ne kadar eski, ne kadar çatlak, çürük, titrek, erimiş, kolsuz, kör, sakat ve can çekişir durumda bulunduğunu açıklamak için, aceleci insanların bağışlamayacakları ve öyküye duyulan ilgiyi azaltacak betimlemelere girişmek gerekirdi. Kırmızı döşeme taşları ovma ya da boyama sonucu oluşmuş vadilerle doludur. Kısacası, şiirsiz bir yoksulluk egemendir burada; çirkef değil, lekelerle, deliklerle, paçavralarla değil, saçak saçak bir çürümüşlükle belirlenen, tutumlu, özenli, lif lif olmuş bir yoksulluk.

Sabahın yedisine doğru, Madam Vauquer’in kedisinin, hanımının önünden gelip büfelerin üzerine sıçradığı, ağızları tabaklarla kapatılmış birkaç çanağın içindeki sütün kokusunu alarak sabah mırmırına başladığı sırada, bu oda parıltısının en yüksek noktasındadır. Az sonra, bir yanından iyi oturtulmamış postişin bir parçası çıkan tül başlığıyla dul kadın görünür; buruşuk terliklerini sürükleyerek ilerler. Yaşlı ve dolgun yüzü, küçük, tombul elleri, bir kilise faresi gibi semiz bedeni, bir o yana, bir bu yana yalpa vuran, fazlasıyla dolgun göğsü, ılık ve pis kokulu havasını hiç midesi bulanmadan ciğerlerine çektiği, her yanından mutsuzluk sızan bu kurgu yuvası odayla tam bir uyum içindedir. Olsa olsa güzün ilk donları kadar taze yüzü, anlatımı bir saniye içinde oyuncu kızlara salık verilen gülümsemeden tefecinin acı surat asmasına geçiveren, kırışık gözleri, kısacası tüm varlığı bu pansiyonu açıklar, pansiyon da tam onun gibi bir insan ister. Zindan gardiyansız olmaz, birini tasarladınız mı ötekini de tasarlamak zorundasınız. Nasıl tifüs bir hastanenin yayıntılarının sonucuysa, bu ufak tefek kadının soluk tombulluğu da bu yaşamın ürünüdür. Eski bir giysiden bozma ilk eteğinden daha uzun olan ve yer yer delinmiş kumaşının aralıklarından pamukları çıkan etekliği salonu, yemek odasını, küçük bahçeyi özetler, mutfağı haber verir, müşterilerinin nasıl olduklarını önceden sezdirir. Bu kadın geldi mi görünüm tamamlanmış demektir. Şöyle böyle elli yaşlarında bulunan Madam Vauquer kara gün görmüş bütün kadınlar gibidir. Daha çok para koparabilmek için yerli yersiz dikleşiveren, öte yandan, yazgısını yumuşatmak için her şeyi yapmaya, Georges ya da Pichegru’yü8 hâlâ ele verilebilecek durumda olsa, Georges ya da Pichegru’yü bile ele vermeye hazır bir çöpçatan kadının donuk gözleri vardır onda. Bununla birlikte, aslında iyi kadındır. Pansiyonerler böyle söyler; onun da kendileri gibi inleyip öksürdüğünü işittikçe parasız olduğunu sanırlar. Mösyö Vauquer neyin nesiydi? Hiçbir açıklama yapmazdı ölmüş kocası konusunda. Servetini nasıl yitirmişti? “Kara günlerde” diye yanıtlardı. Adamcağız kendisine hiç de iyi davranmamış, bıraka bıraka, ağlasın diye gözlerini, oturup geçinsin diye bu evi, bir de hiçbir talihsizliğe acımama hakkını bırakmıştı; çünkü, –kendi söylediğine göre– Madam Vauquer çekilebilecek bütün acıları çekmişti. Aşçı Şişko Sylvie, hanımının dolaştığını işitir işitmez, yatılı pansiyonerlerin kahvaltısını hazırlamaya başlardı.

Genellikle, yatısızlar ayda otuz frank tutan akşam yemeğine abone olurlardı. Bu öykünün başladığı dönemde, yatılı pansiyonerler yedi kişiydi. Evin en iyi iki dairesi birinci kattaydı. Madam Vauquer bunların o kadar iyi olmayanında kalır, ötekinde bir Ordu Levazım Şefi’nden dul kalma Madam Couture otururdu. Yanında da Victorine Taillefer adında çok genç bir kız kalırdı, Madam Couture analık ederdi ona.