Peçetesini yüzünün önünden çekmeden, arkasında bir şeyler olup olmadığını araştırmak istercesine pencereye bir göz attı, sonra da yemeğine devam etti. Bir kaşık aldı, pencereye doğru şüpheyle baktı, bir kaşık daha aldı, sonra ayağa kalktı ve peçeteyi de alarak pencereye doğru yürüdü ve pencerenin storunu alt taraftaki camların üzerini örten beyaz muslin kumaşın üst tarafına kadar indirdi. Bu, odanın alacakaranlığa gömülmesine yol açtı. Bu işi de hallettikten sonra daha rahatlamış bir halde masasına ve yemeğine döndü.

“Zavallı adam ya bir kaza ya bir ameliyat ya da ona benzer bir şeyler geçirmiş,” dedi Bayan Hail. “O sargılar nasıl ödümü kopardı, Tanrı seni inandırsın!”

Ocağa biraz daha kömür koydu, çamaşır askısını açtı, sonra da yolcunun paltosunu askıya serdi. “Hele o koca gözlükleri! Tanrı aşkına, bir insanoğlundan çok, bir dalgıç miğferine benziyordu kafası!”

Konuğun atkısını çamaşır askısının köşesine astı. “Mendilini ise sürekli ağzının üstünde tutuyordu. Mendilin arkasından konuşuyordu!... Herhalde ağzında da yarası vardı, kim bilir...” Birden aklına bir şey gelmiş gibi, arkasına döndü. “Tanrım beni koru!” dedi, konuyu birden değiştirerek, “pat’tesleri hâlâ halletmedin mi, Millie?”

Bayan Hail masayı toplamaya gittiğinde, yabancının ağzının, Bayan Hall’ün onun geçirdiğini varsaydığı kazada yaralanmış ya da şeklinin bozulmuş olduğuna dair fikri pekişmişti, çünkü yabancı o sırada pipo içiyordu, ancak Bayan Hall’ün odada bulunduğu süre içinde, yüzünün alt tarafına sarmış olduğu ipek fuları, piposunun ağızlığını dudaklarına götürmek için hiç gevşetmemişti. Ancak bunun nedeni unutkanlığı değildi, çünkü Bayan Hail tütün kendi kendine yanıp giderken yabancının piposuna baktığını görmüştü. Sırtını pencerenin storuna dönerek oturmuştu ve şimdi yemeğini yemiş, içeceğini içmiş ve yeterince de ısınmış olarak, yine kısa olsa da öncekine göre daha az saldırganca bir tavırla konuşuyordu. Ateşin yansıması o büyük gözlüklerine şimdiye kadar sahip olmadıkları kızılımsı bir tür canlılık kazandırıyordu.

“Birkaç eşyam var,” dedi, “Bramblehurst Istasyonu’nda,” ve Bayan Hall’e eşyalarının buraya gönderilmesini nasıl sağlayabileceğini sordu. Bayan Hail açıklamasını yaparken o da bu açıklamayı onayladığını göstermek için sargılar içindeki başını son derece kibarca sallıyordu. “Yarın mı!” dedi. “Daha hızlı getirilmeleri mümkün değil mi?” Bayan Hall’den “Hayır,” yanıtını aldığında epeyce düş kırıklığına uğramış gibiydi. Bayan Hail bundan emin miydi? Arabayla daha çabuk gidip gelebilecek hiçbir adam yok muydu?

Bayan Hail bu sorulara seve seve yanıt verdi ve konuşmaya başladı. “Yaylaya giden yol çok dik, efendim,” dedi arabayla ilgili soruya ve sonra yeni bir konuşma başlangıcı fırsatını kaçırmayarak söze girdi: “Orada bir binek arabası devrilmişti, bir küsür yıl önce. Bir beyefendi öldü, bir de arabacı. Kazalar, efendim, bir an içinde oluyorlar, değil mi?”

Ama konuğu kolayca sohbete çekilecek biri değildi. “Öyle,” dedi fularının gerisinden, arkasını görmenin mümkün olmadığı gözlüklerinin ardından sessizce Bayan HalPü izleyerek.

“Ama iyileşmek epeyce uzun sürüyor, efendim, değil mi? ... Benim kız kardeşimin oğlu vardı, Tom, bir tırpanla kolunu kesti, harman yerinde tırpanın üzerine kapaklanmış ve üç ay boyunca kolu sargıda kaldı, efendim. İnanmazsınız. Gerçekten de tırpan görünce dehşete kapılıyorum, efendim.”

“Bu epey anlaşılır bir şey,” dedi konuğu.

“Bir zaman amel’yat geçirmesi gerektiğinden korkuyordu, o kadar kötüydü, efendim.”

Konuğu birden bir kahkaha kopardı, dudaklarını ısırarak kendini durdurmaya çalışıyormuş gibi göründüğü yüksek sesli bir kahkahaydı bu. “Öyle mi?” dedi.

“Öyleydi, efendim. Ve ona bakması gerekenler için gülünecek bir şey değildi, mesela benim için... Kız kardeşim ufaklıklarıyla çok meşgûldü. Sarılması gereken sargılar vardı, efendim ve sökülmesi gereken sargılar. Öyle ki, bunu söylememi küstahlık saymazsanız, efendim...”

“Birkaç kibrit getirir misin?” dedi konuğu, durup dururken. “Pipom söndü de.”

Bayan Hail birden durup kalmıştı.