Patronum Vasques’in Estoril’deki mağazasının bir vergisini ödemek için Cascais’e gittim. Daha yola koyulmadan, yolculuğun tadını çıkarmaya başlamıştım bile, bir saatte gidecek, bir saatte gelecek ve büyük nehrin sürekli yenilenen manzaralarıyla okyanusa döküldüğü yeri seyredecektim. Sonuç olarak gidiş yolunda, doya doya seyredeceğim diye sevindiğim deniz manzaralarına görmeyen gözlerle bakarak soyut düşüncelere daldım, dönüşte de edindiğim izlenimleri kafamın içine dizmekle uğraştım. Bu yolculuğun en küçük bir ayrıntısını, gözle görülen gerçekliğinin en küçük bir parçasını bile tarif edebilmekten âcizim. Unutkanlığım ve her şeye ters gitme huyum yüzünden yolculuktan kazancım şu birkaç satırdan ibaret kaldı. Aksi olsa daha mı iyi olurdu, daha mı kötü, hatta olacak olan neydi, bilemiyorum.

Tren yavaşlayıp Cais do Sodré Garı’na giriyor. Hiçbir sonuca ulaşamadan Lizbon’a vardım.

17

Belki de bir gayret gösterip şu biricik, benzersiz işe girişmenin zamanı gelmiştir: hayatımı gözden geçirmek. Uçsuz bucaksız bir çölün tam göbeğindeymişim. Edebî bir dille bir vakitler ne olduğumu, bu noktaya nasıl geldiğimi açıklamaya çalışıyormuşum.

18

Büyük bir dinginlik içinde, ebediyen Rua dos Douradores’e, bu yazıhaneye, bu iklime, şu insanlara mahkûm olmuş hayatımı gözden geçiriyorum, ruhumda bir tebessüm suretinden başka bir şey yok. Karnım doyuyor, başımı sokacak bir yerim, hayal kurmak, yazmak, uyumak için biraz vaktim var – Tanrılardan daha başka ne isteyebilir, Yazgı’dan ne bekleyebilirim?

Büyük tutkularım, sınırsız düşlerim oldu – ama o kadarı çıraklarda, terzi kızlarda da vardır, çünkü bütün dünya hayal kurar: Bizi birbirimizden ayıran şey, o hayalleri gerçekleştirecek gücümüzün ya da kendiliğinden gerçekleştiklerini görecek kadar şansımızın olup olmamasıdır.

Düşlerimde ben de çıraklar, terzi kızlar gibiyim. Onlardan tek farkım, elimin kalem tutması. Evet, onlardan bir edimle, bütünüyle bana ait bir gerçeklikle ayrılıyorum. Ruhumda ise onlara benziyorum.

Uzaklarda, Güney’e doğru adalar ve büyük, kozmopolit tutkular olduğunu çok iyi biliyorum [...]

Dünya avucumda olsaydı, gözümü kırpmadan bir Rua dos Douradores biletine değişirdim onu.

Belki de sonsuza kadar muhasebeci olarak kalmak benim kaderimdir; şiir ve edebiyat ise alnıma konmuş bir kelebektir belki; parlak güzelliğiyle gülünecek halimi iyice ortaya çıkaran bir kelebek.

Moreira’yı özlemle anacağım ama göğe yükselmenin karşısında özlemlerin lafı mı olur?

Vasques ve Şürekâsı şirketinde muhasebe şefliğine yükseltileceğim günün, yaşamımın sayılı günlerinden biri olacağını çok iyi biliyorum. Bunu acı, ironik bir öngörü söylüyor bana, aynı zamanda bu kesin bir gerçeklik olduğu için, zihinsel yönden de avantajlıyım.

19

22 Mart 1929

Kumsalın, deniz kıyısında, ormanlar ve çayırlar boyunca çizdiği eğriye dipsiz derinlikten gelip vuran dalgadan yakıcı bir arzunun kararsızlığı yükseliyordu. Göz, buğdaylarla [?]’leri birbirinden ayıramıyor, arazi servilerin arasından uzayıp gidiyordu.

Bir başına kalmış ya da ses uyumuna, iç titreşimlere ve daha benzeştikleri anda farklılaşan anlamlarına göre bir araya gelmiş sözcüklerin saygınlığı; başka deyimlerin anlamlarına sızmış deyimlerin şatafatı, izlerin muzipliği, ormanların iyimserliği – ve sonra, kaçamaklar yaptığım çocukluk bahçelerinde, havuzlardan yayılan huzur... İşte bu şekilde, saçma bir cüretten yapılmış surların ardında, dizi dizi ağaçların ve solup giden şeylerin ürpertilerinin arasında, benim yerimde bir başkası olsa, üzgün dudakların daha yüksek mahkemelerde reddedilmiş bir itirafı mırıldandığını duyabilirdi. Son Şövalyelerin Şatosu, bilinmez bir avludaki mızrak şakırtılarının arasında, bir daha asla huzur yüzü görmeyecekti, üstelik şövalyeler duvarın tepesinden görünen yoldan bir gün geri dönse bile, yolun bu tarafında ise akşamları Mağrip masallarıyla ölmüş çocuğu avutan, onu hayatla, mucizelerle coşturan kadının anısı kalacaktı.

Yitip gitmiş son şövalyeler kafilesinin sesleri, gelecek zamanların bir anısı gibi uzun uzun yankılanıyordu, otların arasındaki saban izlerini takip eden kuş gibi hafif adımları, kıpır kıpır yeşillikleri aralamıyordu bile. İlerde bir gün gelecek olanlar daha şimdiden yaşlıydı; sadece hiç gelmeyecek olanlar gençti. Yolun kenarına davullar dizilmişti, trompetler ise, herhangi bir şeyi bırakmaya hâlâ güçleri olsa, onları bir kenara bırakacak olan bitkin ellerden cansızca sarkıyordu.

Ne var ki, büyülü [geçit alayı]nın yürüdüğü toprakta, sönmüş seslerin yeniden yüksek perdeden yankılandığı işitilmiş ve köpekler gözle görülebilen yollarda ayaklarını sürümüştü. Her şeyde bir cenaze töreninin saçmalığı vardı ve başkalarının düşlerindeki prensesler hiçbir dehlizde kaybolmaksızın, hiç durmadan geçiyor, tekrar geçiyordu.

20

Ömrüm boyunca, hayatımı ezen koşulların bazılarından kurtulmak istediğim, buna karşılık kendimi benzer başka koşullar tarafından kuşatılmış olarak bulduğum çok oldu, olayların belirsiz örgüsünde bana karşı kesin bir düşmanlık vardı, desem yeri var. Diyelim ki, beni boğmakta olan bir eli boynumdan söküyorum. O eli söküp atan kendi elimin, beni kurtarırken boynuma bir ip geçirdiğini fark ediyorum. İpi boynumdan dikkatle çıkarıyorum, ama bu kez de kendi ellerimle boğazımı sıkmama ramak kalıyor.

21

24 Mart 1929

İster var olsunlar ister var olmasınlar, biz tanrıların kölesiyiz.

22

Aynalarda gördüğüm suretim, hep ruhumun kollarına sığınırdı. Düşüncelerimde bile olduğum gibi var olabilirdim ancak: zayıf ve beli bükük biri.

Her şeyim çoktan ölmüş bir çocuğun eski fotoğraf albümüne yapıştırılmış, renkli bir prens tipografisini anımsatıyor.

Beni sevmek, bana acımak demek. Gelecek zamanın sonlarına doğru bir gün biri çıkıp hakkımda bir şiir yazacak, ben de belki ve ancak o zaman, Kendi Krallığım’da hüküm sürmeye başlayacağım.

Tanrı; biz varız ve her şey bundan ibaret değil, demek.

23H.K.

Saçma aksiyomlar

Sahtesinden de olsa sfenkslere dönüşsek, hem de kim olduğumuzu bilemez hale gelecek kadar. Çünkü aslında sahte birer sfenksten başka bir şey değiliz ve gerçekte ne olduğumuzu bilemiyoruz. Hayata ayak uydurmamızın tek yolu, kendi kendimizle uyumsuz olmak. Tanrısallık, saçmalık demektir.

Samimiyetle, sabırla akıl yürüterek teoriler kursak ve bunu yalnızca, hemen çürütmek üzere yapsak –edimlerimizi, onları mahkûm eden kuramlarla doğrulasak–, hayatta kendimize bir yol çizsek, sonra da o yolun tam tersine gitsek. Yapılmadık şey bırakmasak, olmadığımız, olduğumuzu iddia etmediğimiz, başkalarının olduğumuzu hayal etmesini de istemediğimiz bir şeyin bütün hallerini kuşansak.

Okumamak için kitaplar alsak; konserlere gitsek, ama ne müzik dinlesek, ne de kimlerin geldiğine baksak; yürümekten yorulduk deyip uzun gezintilere çıksak ve gidip kırlarda kalsak, sadece ve sadece kırlar bizi uyuşturduğu için.

24

Bugün, kimi zaman kabına sığmayan o çok bildik iç sıkıntısının beni nasıl boğduğunu bedenimle bile algılarken – asmakatı sayesinde varlığımı sürdürebildiğim o lokantada ya da basit aşevinde pek bir şey yiyemedim, her zamankinden de az içtim. Tam çıkarken, garson şişenin yarısının hâlâ dolu olduğunu fark etti ve dönüp dedi ki: “Görüşmek üzere Bay Soares; geçmiş olsun.”

Bu basit cümle kulağımda bir boru sesi gibi çınladı: Ruhum, rüzgâr değer değmez gökyüzündeki bulutların hemen dağılması gibi, anında aydınlanıverdi.