Sözgelimi başkalarının köpeğini çalmak gibi.

Belli bir şeydi bu. Her gün ara vermeden içtiği altı litre biranın parasını ödeyecek birinin olması gerekiyordu.O da Dagharti’den başkası olamazdı.

İşte o akşam Dag, o gece Mişel’i, bu yüzden iskele lombarlarının birinden, sessizce Makambo Gemisi’ne alıvermişti.

Mişel, Kaptan Kellar ile kendisini karaya çıkartıp bir yere bırakan kayığı kumsalda ararken, saçları manzarasına uygun düşecek hafiflikte kırlaşmaya başlayan, eti butu yerinde ve göbekli kamarotla karşılaşmıştı. Tıknaz kamarotla aralarından tez zamanda bir dostluk kuruldu, Mişel’in. Çünkü kendisi gibi kardeşi Jerry de bir İrlanda Teriyesi idi. Mişel kardeşine göre çok daha sıcak ve sokulgan yaradılıştaydı. Görünüşü daha çok köpeği andırıyordu, onun. Üstelik de çok daha sokulgandı. Gerçi o yaşa kadar pek fazla beyaz adam tanımamıştı. Ancak bu kadarı bile onları sevmesine ve onlara alışmasına yetmişti.

Artık her zaman olduğu gibi beyaz adamlara duyduğu yakınlığı kamarot Dagharti’ye de göstermekten çekinmeyince, Dagharti da ona sordu:

“Hey, beyaz adamların güzel köpeği, buralarda, Zencilerin ülkesinde ne işin var senin?”

Mişel, bu övgüyü minnetle karşılamış, biraz geri çekilerek, alçakgönüllü bir tavırla karşılık vermiş, bu arada kulaklarını dikmeyi, gözlerini ise sevinçle parlatmayı kesinlikle unutmamıştı.

Bu oyun o anda Dag’ın gözünden kaçmadı. Çünkü bir köpeğe daha ilk bakışta notunu vermekte, onu beğenmekte ya da ötelemekte oldukça becerikliydi. O halde buna da öyle bir rol kesip biletini öyle imzalamalıydı. Zencilerin Öjeni Gemisi’nin yükünü boşaltmakta olan kayıkları aydınlatmak üzere tutmuş oldukları fenerlerin ışığında, köpeği pür dikkat incelemeye aldı. Çok geçmeden de Mişel’in yalnızca sokulgan ve iyi huylu değil, aynı zamanda da çok değerli, akıllı bir köpek olduğunu anlayıverdi.

Bunun sonunda da çevresini “Acaba gören var mı?” gibilerden kaçamak bakışlarla taradı. Bakan eden yoktu. Herkes kendi işiyle gücüyle uğraşıyor, kendi işine bakıyordu. Zaten yakınlarda gemiden indirilen yüke fener tutan zenci işçilerden başka kimsecikler de yoktu.

Dag, köpeğe bir kez daha gözlerini dikti ve o anda kesin kararını aklına yerleştirdi. Bu köpeği kendi gemisine uçuracaktı. Yoksa büyük bir şey yitireceğinden emin olabilirdi. İlkin saf saf düşünerek, fenerlerin oluşturduğu ışık çemberinin kırılmayan dış kısmına çıkmak için adımlarını o yana doğru attı. Kumsalda geziniyormuş gibi yaptı. Aşağı yukarı yüz metre uzaklaşınca, kuma oturup beklemeye başladı. Öte yandan da kendi kendine yorumlar yapıyor ve bir şeyler mırıldanıyordu. Karanlıkta kayıkların kıyıya yanaştığını belli eden kürek seslerine bir kez daha kulak verdi. Mırıldanması artık duyulur olmuştu:

“Bu köpek en azından yüz dolar eder. Eğer onu kibar ve güzel bir bayana yüz dolara sattıktan sonra, parayı cebe indirirken, sırıtarak kendisine bir ‘Uzun ömürler, Hanımefendi!’ diyemezsem, ben de bir Teriyeyi bir tazıdan ayırt edemeyecek, kalıbı beş para etmeyen ayyaş herifin tekiyim, demektir.”

Az sonda kumun üzerinde yürüyen hafif ayak sesleri onu kendine getirdi. İşte, her şey umduğu gibi gerçekleşiyordu. Köpek ona hemencecik bağlanmış ve arkasından yürüyüp gelmişti.

Gerçekten de kendini tüm hayvanlara olduğu gibi köpeklere de sevdirmesini bilen bir kişiydi. Bunu Mişel de kısa süre içinde anlayacaktı. Hayvanı yarı yanağından, yarı boynundan, hatta kulağının birazcık altından tuttu.