“Savaş, hayattır!” diyen filozofun kırmızı bir canavardan başka bir yaratık olamayacağını iddia eder, hayata sahip olanın “mücadele” filminin sosyolojide, insanlıkta da gerekli ve zorunlu bulunduğunu fenle, tecrübe ile gösteren Darven’den nefret ederdi. Gerçeğe dokunmayarak daima hayal içinde yaşayan tembel, korkak ve hasta düşüncelerin ortak şiiri, “insaniyet” hayali onun mezhebiydi. Asıllarını, köklerini, ikinci sebeplerini bilmediği bir sürü “değer”, hayalindeki seraptan mabette, dumandan yontulmuş büyük ve vücutsuz putlar gibi, yükselir; bu ismi var cismi yok Allahların karşısında o daima, ruhuyla secde ederdi. Dokuz senedir masondu. Kıyaslama kabul etmeyen derecede bağlı olduğu Fran-Masonluktan başka dünyada bir hakikat olamayacağına bütün vicdanıyla inanırdı. Ne gelenek, ne geçmiş, ne vatan, ne ırk tanırdı. Irk ve muhit teorisini, ruhu ve fikri hasta bütün zavallılar gibi inkara kalkardı. Ne olduğunu açıkça bilmediği bir amaç; “değer ve insani iyilik” fikri, belli ve sabit anlamı olmayan bu genel ve belirsiz iki kelime bütün mantıklara, bütün akıl yürütmelere, bütün bilime, bütün gerçeklere isyan eden yırtıcı ve vahşi bir din gibi, aklını çelişkiye düşürmüş, ruhunu katletmiş, onu oynayan ve yaşayan bir ceset haline getirmişti. Evet, o, dörtte üç büyüğü Yahudi ve Levanten olan sadık kardeşleri ve kamaradları arasında önemli bir nüfuz ve itibara sahip, gayet tutucu bir masondu! Yakında “Granmetr” bile olacaktı! Birden:

“Oh…” dedi.

Sanki bu karanlıklardan çıkan görünmez bir el, kalbine ateşten bir hançer saplamıştı; hem Selanik’teki İtalyan Mason Locasına mensuptu… Bunu hatırlamak vücudunun her noktasını sarstı. Sonra yine düşünmeye başladı. Öleceğini zannetti. Yalnız kalbinin yeniden sıcak bir zehirle dolduğunu, göğsünün parçalanacak gibi acıdığını duyuyordu. Hal ve tarih birbirine karışarak heyecan halinde beynine hücum ediyor, meçhul bir ağız tarafından kulaklarına fısıldıyormuş gibi yerli yersiz birçok vaka aklından geçiyor, birden ruhu, hissi, fikri, vicdanı, anlayışı değişiyor, tutuşturucu bir ateş nöbeti varlığını eritiyordu:

“Ah, iyiliğe hizmet eden Avrupalılar!.” diye söyleniyordu.

Avrupalıların önceden önem vermediği, hatta bazı normal bulduğu hareketleri ansızın aklına geliyordu. İlk defa Fransa’yı hatırladı. Daima değere, insanlığa hizmet ettiğini haykıran bu millet, yüz senedir Afrika’yı kana boyuyor, çölün silahsız, saf, masum, insan canlısı, ahlaklı ve asil evlatlarını mitralyözlerle öldürüyor, huzurlu şehirleri, sakin yuvaları seri ateşli toplarla yıkıyor, hiçbir suçu olmayan koca bir milleti esir yapıyor; vatanlarını, mallarını, çalıyor; ırzlarını, hayatlarını, ruhlarını zapt ediyordu. Cezayir, Tunus, Sahrayıkebir, Senegal, Madagaskar ve İlah… Son fethettikleri yerle, zavallı Fas’la Avrupa’daki kendi vatanlarının yirmi katından daha fazla bir araziyi sahiplenmiş oluyorlardı. Bu gaddar Avrupa’nın alanı ancak on milyon kilometrekareydi. Oysa Afrika’daki Fransız sömürgesi on milyon üç yüz bin kilometre! İnsanlığa Fransızlardan daha çok hizmet etme fikrinde bulunan İngilizlerin yalnız Afrika’daki sömürgesi on milyon kilometrekareden azdı. Bir vakitler, genel barıştan en çok bahsedildiği zaman, meşrutiyete, hatta cumhuriyete sahip ve mükemmel idareli, küçük, fakat namuslu bir hükümetceğizin üzerine aç ve kudurmuş bir hayvan gibi atılmış, onu çatır çatır paralayarak yutmuştu. Zavallı Transval’in yalnız bir günahı vardı: Zenginliği, altın madenlerinin bol bulunması! Almanya, İspanya, hatta Portekiz ve Belçika’nın da büyük, önemli sömürgeleri vardı. İşte Afrika da bölünmüştü. Bu, o kadar ortadaydı ki. Koca kıtada ancak Habeş ve Liberya gibi bir iki yerli ve bağımsız hükümetceğiz kalmıştı. İtalya’ya da sömürgesi dar gelmişti… Şimdi beklenilmeyen, ümit ve hayal edimeyen bir dakikada Trablus’a saldırıyor, elli senedir süren “Afrika’yı Latinleştirmek” faciasının son perdesini açıyor veya kapatıyordu. Bu nasıl bir insanlıktı? Bu iyiliğin, vahşilikten, barbarlıktan, yamyamlıktan ne farkı vardı? Silahsız Afrika’yı tamamıyla zapt eden bu yırtıcı, insafsız, müthiş Avrupalılar Asya’yı da paylaşıyor, bu tecavüzlerine soğukkanlılıkla: “Doğu Meselesi! “diyorlardı. Milyonlarca adamı insan yerine saymıyor, onlara hayvanlardan daha aşağı muamele ediyorlardı. Kendi memleketlerinde yalandan iyilikler gösteren, şefkat pazarları, şefkat kuruşları tesis eden; hatta hayvanları koruma cemiyetleri oluşturan bu dolandırıcı, alçak Avrupalılar; zavallı Çin halkının sağlık ve afiyetini, neslinin geleceğini korumak için afyonu yasaklayınca, birden kuduruyor, bütün yüzlerini ortaya çıkarıyor; “Ticaretimize zarar gelir!!! ”diye bu talihsiz hükümeti sıkıştırıyor, korkutuyor, tekrar afyona izin verdiriyordu… Ticaretlerini üç yüz milyon insanın sağlık ve afiyetinden, geleceğinden daha kıymetli görüyorlar, üç yüz milyon Çinliye memleketlerindeki köpekler kadar değer vermiyorlardı. İngiltere, Hindistan’ın kanını emiyor, bütün hazinelerini Avrupa’ya taşıyor, iki yüz doksan beş milyon insanı hizmet hayvanı, yani at ve eşek gibi, her haktan mahrum, kendi hesabına çalıştırıyor; Rusya, Türk yurdunu akla gelmez gaddarlıklarla çiğniyor, İngiltere’yle, üç bin senedir yaşayan kadim bir milleti, viran olan İran’ı haritadan silmek, yeryüzünden kaldırmak için birleşiyorlardı… Türkiye’nin bölünmesi de kaçınılmazdı! Çünkü Asya yağmasına onu engel görüyorlardı. Öncelikle onu zayıf bırakmak, mahvetmek lazımdı. Hemen bir asır önce Avrupalılar aleyhimize kalkmıştır.