Navarin’de donanmamızı yakarak Yunanistan’ı icat etmişler bunu Romanya, Sırbistan, Karadağ, Bulgaristan, Şarki Rumeli, Cezayir, Tunus, Kıbrıs, Mısır, Sudan yağmaları takip etmiş, sonunda son idam kararımız Reval Mülakatı’nda verilmişti. Meşrutiyet ilan edilince sözde bu karar geciktirildi. Halbuki bu geciktirme tamamıyla yalandı... Bizi dünya yüzünden kaldırmak için çizilen plan duruyordu. Bosna-Hersek zorla alındı. Meseleler yine kalıcıydı; Makedonya Meselesi, Arnavut Meselesi, Girit Meselesi, Boğazlar Meselesi, Şarki Anadolu Meselesi, Mezopotamya Meselesi, Irak Meselesi, Suriye’nin İstiklal Meselesi ve ilah… Bu meseleler Avrupalıları birer birer halledecekti. Yalnız uygun vakitlerini bekliyorlardı… Bunları hızla düşünmek beynini döndürüyor, onu, asılmak için ipe doğru yürüyen, celladın satırı altına başını uzatan masumun duyduğu o kadere razı, ümitsiz, fakat asil korku ile titretiyordu. Vücudunda hiç kuvvet kalmadığını hissediyor, sebepsiz gözyaşlarıyla ağlamak, denize, bu erimiş yokluk gecesine mahvolmak istiyordu. İşte Trablus meselesinin uygun zamanı gelmişti. O da herkes gibi, his ve muhakemesini birden kaybetmişti. Başı fena halde ağrıyor, şakaklarından kanlarının uğuldayarak geçtiğini işitiyor, karşısındaki kuzgun ve sonuçsuz karanlığa bakıyordu. Karaburun’un projektörü tekrar doğdu. Bu, uzun ve aydınlık bir hattı. Seri bir daire çizdi. Olimp’e dikildi. Şimdi gözleri bu ufkun ışığına dalıyor, bu ışığın içinde mavi denizle, açık gökyüzüyle, sevimli kalesiyle, beyaz minareleriyle, nazik ve sade evleriyle, yüksek hükümet sarayıyla, Menşiye mahallesinin sağındaki yeşil hurma ormanıyla Trablus’un hayalini görüyordu.
Alçak düşman bu güzel memleketi topa tutmuş, zapt etmeye kalkmıştı ve bunun için ortada hiçbir sebep yoktu. Bu derece kaba ve alçak bir tecavüze kimler cesaret ediyordu? Bu milletin içinde namuslu insan yok muydu? Bu millet baştan aşağıya kadar korsan mıydı? Hükümetleri bir ahlaka, bir vicdana sahip insanlardan ibaret değil miydi?. Düşünüyordu… Projektörün ışığı tekrar söndü. Ufuk ve beyaz Trablus hayali kayboldu. Gözleri yine karanlıklara daldı… İtalya Başbakanı Gioletti, Dışişleri Bakanı San Julianos da. Avrupa’da hükümet adamlarının çoğu gibi mason değil miydi?. Şöhretli gran-metrleri, mason hükümdarları, mason prensleri, mason lordları, mason milyonerleri “Yalnız insanlık, başka bir şey yok!” diyen fran-masonluk şimdi neredeydi?.. Başı dönüyordu. Düşeceğini zannetti. Biraz geri çekildi. Yukarı doğru yürümeye başladı. Yanından geçen devriyenin polisi “Kimdir bu?” gibi yüzüne bakıyordu. Bütün hayatında ne kadar yanlış ve çürük fikirlerle aldandığını; milliyetsizliğin, “Milletlerarası ve Masonluk” hülyasının biraz düşünebilen bir adamı hüngür hüngür ağlatacak derece gülünç bir budalalık olduğunu anlıyor, istemeyerek içinden:
“Ben neyim?” diye kendi kendine soruyor, fakat:
“Türküm!” demeye cesaret edemiyor, şimdiye kadar ruhu zapt olunmuş değersiz bir cesetten başka bir şey olmadığını anlayarak, bunun hiddetinden ve utanmasından ağlamak istiyordu. O da Türkler’i dünya yüzünden kaldırmak için birbirleriyle tamamıyla birleşmiş olan Avrupalıların önemsiz bir kulu, itaat eden bir hizmetçisi, sahibi olduğu bir kölesi değil miydi? Avrupalılara, Avrupalıların adetlerine, geleneklerine, terbiyelerine, görgülerine, muhitlerine, cemiyetlerine tapmıyor muydu? Yabancılardan aldığı önemsiz bir nişan, bir madalya onu nasıl deli gibi sevincinden çıldırtır ve iftihar ettirirdi?
Türkler’i, Türkler’in vatanını bölüp, taksit ile maddi olarak parçalamaya çalışan bu yağmacı doymaz Avrupalılar manevi saldırılarını da ihtimal etmiyorlardı. Dillerini, milli kültürlerini, ahlaklarını, terbiyelerini, adetlerini yayarak yüz yıldan beri içimizde yalnız isimleri “Türk ve Doğulu” kalmış müthiş bir “renksiz ordusu” oluşturuyorlar, bu “renksiz”lerle gemlerimize saldırıyorlar, bizi zayıflatıyorlar, milliyet ve Türklük fikrini fran-masonluk efsanesiyle boğuyorlardı.
1 comment