Bir bakışından ödümüz kopardı. Hasan’a dedi ki:

“Eğer yalan söylersen seni döverim!”

“Söylemem.”

“Peki bu kaşağıyı neden kırdın?”

Hasan, Dadaruh’un elinde duran alete şaşkın şaşkın baktı. Sonra sarı saçlı başını sarsarak:

“Ben kırmadım”, dedi.

“Yalan söyleme diyorum.”

“Ben kırmadım. ”

Babam tekrar:

“Doğru söyle, darılmayacağım. Yalan çok kötüdür”, dedi. Hasan, inkârında inat etti. Babam sinirlendi. Üzerine yürüdü. “Utanmaz yalancı” diye yüzüne bir tokat patlattı.

“Götür bunu eve, sakın bir daha da buraya sokma. Hep Pervin’le otursun!,” diye haykırdı. Dadaruh, ağlayan kardeşimi kucağına aldı. Çitin kapısına doğru yürüdü.

Artık ahırda yalnız oynuyordum. Hasan, evde hapisti. Annem geldikten sonra da affetmedi. Babam yeri geldiğinde “O, yalancı!”, derdi. Hasan yediği tokat aklına geldikçe ağlamaya başlar, zar zor susardı. Zavallı anneciğim benim iftira atacağımı hiç tahmin etmiyordu.

“Aptal Dadaruh atlara ezdirmiş olmasın”, derdi.

Ertesi yıl annem, yaz olunca yine İstanbul’a gitti. Biz yalnız kaldık. Hasan’a ahır hala yasaktı. Geceleri yatakta atların ne yaptıklarını, tayların büyüyüp büyümediğini bana sorardı. Bir gün aniden hastalandı. Kasabaya at gönderildi. Doktor geldi. “Kuşpalazı” dedi. Çiftlikteki köylü kadınlar eve koştular. Birtakım tekir kuşları getiriyorlar, kesip kardeşimin boynuna sarıyorlardı. Babam yatağının dibinden ayrılmıyordu.

Dadaruh çok durgundu. Pervin hüngür hüngür ağlıyordu.

“Neden ağlıyorsun?” diye sordum.

“Kardeşin hasta.”

“İyi olacak.”

“Hayır, olmayacak. “

“Ne olacak peki?”

“Kardeşin ölecek!”

“Ölecek mi?”

“…”

Ben de ağlamaya başladım. O hastalandığından beri, Pervin’in yanında yatıyordum.