O gece hiç uyuyamadım. Dalar dalmaz Hasan’ın hayali gözümün önüne geliyor. “İftiracı! İftiracı!”, diye karşımda ağlıyordu.
Pervin’i uyandırdım.
“Ben Hasan’ın yanına gideceğim”, dedim.
“Neden?”
“Babama bir şey söyleyeceğim.”
“Ne söyleyeceksin?”
“Kaşağıyı ben kırmıştım.”
“Hangi kaşağıyı?”
“Geçen yılki. Hani babamın Hasan’a küstüğü…”
Cümlemi tamamlayamadım. Derin hıçkırıklar içinde boğuluyordum. Ağlaya ağlaya Pervin’e anlattım. Şimdi babama söylersem Hasan da duyacak, belki beni affedecekti…
“Yarın söylersin”, dedi.
“Hayır, şimdi söyleyeceğim.”
“Şimdi baban uyuyor, yarın sabah söylersin. Hasan da duyar. Onu öpersin, ağlarsın, seni affeder.”
“Peki!”
“Hadi şimdi uyu!”
“…”
Sabaha kadar yine gözlerimi kapatamadım. Hava henüz ağarırken Pervin’i uyandırdım. Kalktık. Ben içimdeki zehirli acıyı kusmak için acele ediyordum. Ne yazık ki zavallı masum kardeşim o gece ölmüştü. Sofada çiftlik imamıyla Dadaruh’u ağlarken gördük. Babamın dışarı çıkmasını bekliyorlardı.
İLK NAMAZ
Kânunusani 1320 (1 Aralık 1320)
Ah, bu sabah çok soğuktu! Yatağımın sıcaklığından çıktığım zaman, çılgın fırtınalarla bağırarak, tehditkâr rüzgârlarla camları döverek geçen gecenin bütün ayazını yemiş olan soğuk terliklere çıplak ayaklarımı sokunca, içimde geceden kalan bir üşümenin titrediğini hissettim. Hizmetçim hala uyuyordu. Onu bu feci soğukta sıcak yatağından kaldırmaya acıdım. Odamın kapısını açtım. Dışarıda kesici ve parçalayıcı kışın yırtıcı soğukları yüzüme ve ellerime çarptılar. Bu acımasız tokatların altında kollarımı sıvayarak abdestimi aldım. Odama dönünce yalancı bir sıcaklık, bir teselli gibi havlunun altından kollarıma, yüzüme, ıslanmış saçlarıma dokunuyordu.
Henüz gün ışımamıştı. Sabah aydınlığının donuk, kırmızı sessizliği; gecenin soğuk, karanlık perdesini parçalayarak büyüyor ve genişliyordu. Pencereye dayandım. Önümde, ayağımın altında duran bütün evler, sonsuz bir uykunun kâbuslarını tamamlıyor gibi mat ve cansız duruyorlardı. Deniz, sınırsız, mat bir lacivertlikle uyuyor ve tan vaktinin sona eren gölgeleriyle titreyen uzak ve sisli sahillere beyaz dalgalarıyla sonsuz bir sınır çiziyordu.
Evlerin arasında fakir ve önemsiz ama manevi bir şekilde gökyüzüne doğru yükselen Eski Cami’nin küçük ve yaşlı minaresi hala boştu. Sonra… Bu sonsuz dakikada, o sona eren gecede, sincap rengi karanlıklar, kızıl bir saydamlıkla akarken minarenin şerefesinde genç müezzinin cılız bedeni hareket etti. Ben hırkama sımsıkı sarıldım. Soğuktan büzüşmüş ve düşünceli, bu bezmiş evrenin karanlığına karşı unutulmaz tanrısal sesleniş hatırası gibi derinden gelen ve Tanrı korkusuyla ruhumu titreten ezanı dinlerken on beş yıl önce…
Şimdi teselli gücünden son derece uzak kaldığım annem, dünyada en çok ve taparcasına sevdiğim tek insan, bu muhterem insan, şimdi hatırlıyorum da, on beş yıl önce beni ilk sabah namazına kaldırmıştı. Galiba yine böyle bir kıştı. Onun odasına bitişik olan küçük odamdaki küçük karyolamda uyurken sıcak bir öpücük gibi alnımı okşayan nazik, ince parmaklarıyla saçlarımı tarayarak:
“Haydi Ömer’ciğim, kalk”, demişti.
1 comment