Elimizde kala kala bir erkek kalmıştır, hanımefendilerimiz onu da elimizden alırlar, tamam…”

Irene, birden kendini toparladı, zihninde beliren müphem bir düşünceye uyarak elini para çantasına soktu, parmaklarına ilişen bir kâğıt parayı çıkardı:

“İşte... Buyurun… Ama bırakın beni... Bir daha hiç gelmem buraya... Size söz veriyorum.” Kadın kötü kötü bakarak parayı aldı, alırken de, “Şıllık!” diye mırıldandı. Bayan Irene bu sözü duyunca irkildi, ama kadının kapıyı serbest bıraktığını görünce, intihar eden birisinin kendini kuleden fırlatışı gibi hissiz, soluksuz dışarı fırladı. Koşarken çehrelerin eciş bücüş şekiller halinde yanından kayıp geçtiklerini hissetti; kalabalığın içinden kararmış bakışlarıyla güç bela sıyrılıp kendini köşede duran bir otomobile attı. Vücudunu bir külçe gibi minderlerin üzerine bıraktı, sonra içinde her şey dondu, hareketten kesildi ve şoför hayret içinde, nihayet, bu garip yolcuya, nereye gideceğini sorduğu vakit, bir an boş bakışlarla şoförün yüzüne baktı; durmuş zihni aradığı kelimeleri neden sonra derleyip toparlayabildi, “Güney istasyonuna!” dedi bir çırpıda; sonra birdenbire kadının, kendisini izleyebileceği düşüncesine saplanarak, “Çabuk, çabuk, çabuk gidin!” diye tamamladı.

Bu karşılaşmanın kendisini can evinden nasıl vurduğunu ancak otomobil hareket edince duydu. Kurumuş, kavrulmuş şeyler gibi donmuş, iki yana sarkmış ellerini yokladı, birden sarsılarak titremeye başladı. Boğazından yukarı acı bir şey yükseliyor, kusası geliyor, bir yandan da bağrını bir kramp gibi altüst etmek isteyen anlamsız, uyuşuk bir öfke duyuyordu. Bir olta iğnesi gibi beynine saplanmış bu yaşantının dehşetinden kurtulmak için bağırmak veya sağı solu yumruklamak istiyor; alaycı gülüşüyle o harap suratın, o sokak kadınının pis soluklarından yükselen o leş gibi buharların, hınçtan kudurarak yüzüne şirret ve bayağı sözler tükürmüş o pis ağzın, kendisini tehdide kalkan o kızıl yumruğun azabını yaşıyordu. Bulantı duygusunun daha da kuvvetlendiği, boğazında bir şeyin gitgide yükseldiği, üstelik hızlı giden arabanın kendisini sağa sola attığı bir sırada şoföre yavaş sürmesini söylemek istiyordu ki, tam zamanında, artık belki yol ücretini ödeyecek kadar parası kalmadığını hatırladı; çünkü bütün kâğıt paralarını şantajcı kadına vermişti. Telaşla arabayı durdurdu, şoförü yeniden şaşkınlığa uğratarak, birdenbire otomobilden indi. Bereket, kalan para yetti. Ama bu sefer de yabancı bir semtte, hareket ve bakışları kendisine maddi acılar veren telaşlı insanların itişip kakışmaları arasına düşmüştü. Korkudan sanki pelteleşmiş dizleri de adımlarını isteksiz atıyordu. Ama eve gitmeliydi mutlaka. Olanca enerjisini toplayarak, insanüstü bir çabayla, bir bataklıkta veya diz boyu karda bata çıka yürüyormuş gibi bir sokaktan öbürüne sürükleniyordu. Nihayet evine geldi, sinirli bir telaşla merdivenlere atıldı, fakat huzursuzluğu dikkati çekmesin diye, hemen yatıştırdı bu telaşını.

Hizmetçi mantosunu alıp da kendisi, bitişik odada kızının, ağabeysiyle gürültü patırtı oynadıklarını duyduğu, yatışmış bakışları dost-aşina şeyleri kavradığı zaman, bir dış parıltı halinde tekrar eski metanetine kavuştu; ama içten içe heyecan dalgaları, gergin göğsünde hâlâ ıstıraplı, yuvarlanıp duruyordu. Peçesini çıkardı, bir şey olmamış gibi görünmeyi iyice aklına koyarak yüzüne pudra gezdirdi, yemek odasına geçti; akşam yemeğine hazır sofra başında kocası gazetesini okuyordu.

“Geç kaldın geç, Irene’ciğim!” diyerek adam, şefkatli bir sitemle karısını selamladı, kalkıp yanağından öptü; bu öpüş kadında, elinde olmayan, sıkıntılı bir utanç duygusu yarattı. Sofraya oturdular. Daldığı gazeteden pek ayrılmayarak, kayıtsız bir sesle sordu adam: “Neredeydin?”

“Şey… Amélie’deydim.” dedi. “Öteberi alacakmış… Ben de beraber gittim.” diye tamamladı. Böyle fena bir yalan söylemiş olmakla yaptığı düşüncesizliğe daha o anda içerlemişti. Başka zamanlar hep önceden ölçülüp biçilmiş, bütün kontrol ihtimallerine dayanabilecek bir yalan hazırladığı halde, bugünkü korku ona bunu unutturmuş, onu bu derece beceriksiz bir ilhamla yetinmeye mecbur etmişti. Zihninden, “Ya kocam, geçende tiyatroda gördüğümüz piyesteki gibi telefon edip de soruşturacak olursa” düşüncesi geçti.

“Neyin var? Çok sinirli görünüyorsun. Şapkanı neden çıkarmıyorsun?” diye sordu kocası. Şaşkınlığında yeniden yakalanmış olmak duygusuyla irkildi Irene ve hemen kalkıp şapkasını çıkarmaya odasına gitti. Aynada uzun uzun, endişeli gözlerini seyretti, bakışlarını tekrar emin ve yerleşmiş bulana kadar bu durumda kaldı; sonra dönüp yemek odasına geldi.

Hizmetçi akşam yemeğini getirdi.

Bu akşam da bütün akşamlar gibi, belki az daha konuşmasız, her zamankinden biraz daha neşesiz geçti; yoksul, yorgun, kırık kesik konuşmalar taşıyan bir akşam oldu. Irene’nin düşünceleri boyuna geriye gidiyor, şantajcı kadının korkunç yakınına, o dakikaya geldikleri anda dehşetle irkiliyorlardı. O zaman kendini emniyette hissetmek için başını kaldırıyor, gözleri anılar ve anlamlarla odaya serpiştirilmiş, yakınlıkları diriltici eşyalara bir bir ve muhabbetle dokunuyor, gönlüne hafif bir sükûn yayılıyordu.