Bu hayalete benzer figürlerin kaçtıkları bina da saydam görünüşü içinde gerçek olmayan bir dünyayı çağrıştırır. Gökteki yıldırım ve bulutlar, o göğe bir parçalanmışlık verir. Gök sanki yozlaşmış bir dünyayı kapsayan bir kanser yarasıdır ve bu dünya ölmek üzeredir. Perspektifin ucundaki bina sonsuzluğa açılan bir simgedir, o da sol yandaki yapı gibi bir düştür sanki. İşte Kral Lear'deki fırtına sahnesini andıran bir korku, çaresizlik, güvensizlik, kuşku ve bilinçlenme evresini gösteren bir görünüm.
Yukarıda değindiğimiz fundalık sahnelerinde, biz yalnızca kişilerin aralarında konuştuklarını duymayız, işittiğimiz başka sesler vardır, bunlar birbirini yankılar ve birbiriyle çatışır. Bu sesler Lear'in acı çeken bilinçlilik durumundan var olur ve Lear'in bilinçliliği de bir yönden insanlığın bilinç durumunu yansıtır. Zaten oyun boyunca, aynı yoğun etkiyi yaşarız. Bir karakter ötekini yankılar: Gloucester'ın gözlerinin oyulması Lear'e yapılanlara koşutluk kurar. Gloucester gözlerini, Lear belleğini yitirir. Gloucester, gözlerini yitirdikten sonra gerçekleri görmeye başlar, Lear ise belleğini yitirdikten sonra doğru olanı, insanı ve dünyayı öğrenir. Ama bütün bunların ötesinde yine kuşku duyulan, araştırılan bir insanlık ve dünya vardır. Az önce de belirttiğim gibi, bu kuşku duyularak araştırılan dünya, kişiler her şeylerini yitirdikten sonra belirmeye başlar. Kişilerle birlikte doğa da yitiktir; çıplak fundalık, kovuk, samanlık. Dover kayalıkları, üstünde önünü ve arkasını kapayan bir bezden başka bir şey olmayan "deli dilenci" taklidi yapan Edgar, başı açık, giysileri yırtık pırtık bir Lear, gözleri oyulup şatosundan kovulan Gloucester, uşak giysileri içinde Kent, çıplak doğa, çıplak insan imgesiyle o insanın toplumdaki ve kozmostaki yerini araştırır. Burada, manyerizmde de izlediğimiz, matematik mantık yerine iç mantık, dolayısıyla iç gerçek ön plana çıkar.[15] Lear'in tutumu daha çok kendi iç dünyasının açısından mantıklı bir görünüm kazanır. Onun için, Lear'in eylemi daha çok özneldir, bir iç devinim yoluyla gelişir.
Bu tragedyanın şiiri yalnızca renkli ve coşkun değil aynı zamanda özlü ve çok anlamlıdır. Shakespeare, bu anlamı Soytarı'nın ve Edgar'ın kara mizahı getiren, yarı alaylı, yarı acı dizeleriyle pekiştirmiştir. Şiir, bir yanda dramatik gelişimi güçlendirecek devinim içinde karşımıza çıkarken, öbür yanda Soytarı'nın manileri andıran, ama özlü ve anlamlı yönelişini sağduyuya ve mantığa doğru çeker. Lear'in acılar içinde kıvrandığı fırtına sahnesinde, Lear'in sözlerindeki şiir, onun durumunu belirtmekle kalmaz, aynı zamanda doğal atmosferi de verir:
Uğuldayın rüzgârlar, uğuldayın!
Çatlayıncaya kadar şişirin yanaklarınızı!
Kudurun! Uçurun dünyayı!
Seller, kasırgalar tepemize boşanın,
Sulara gömün kuleleri rüzgârhorozlarına kadar!
Düşünce hızıyla çakıp sönen kükürtlü alevler,
Bir vuruşta meşeleri ikiye bölen yıldırımın öncüleri,
Şu ak saçlı başımı alazlayın!
Ve siz, ey evreni sarsan gök gürültüleri,
Yamyassı edin şu semiz dünyayı o korkunç kükremenizle,
Paramparça edin doğanın insan döken kalıplarını,
Yok edin hemen nankör insan üreten tohumlarını!
Lear'in bu coşkunluğuna karşılık Soytarı, biraz makvelyen de olsa onu gerçeklere döndürmek ister:
"Amca, kuru bir evde sahibinin suyuna gitmek, dışarıda böyle yağmur suları altında gitmekten iyidir. Hadi, amcacığım, dön de kızlarının hayır dualarını iste. Böyle bir gece ne akıllılara acır, ne kaçıklara."
Ama Lear, bunları duymaz ve doğanın taşkınlığıyla yarış edercesine duygularını açıklar:
Gürleyin gökler var gücünüzle!
Yağdırın, saçın ateşlerinizi! Sellere boğun bizi!
Yağmur, fırtına, yıldırım, ateş, sizler kızlarım değilsiniz.
Ben sizi nankörlükle suçlayamam ki.
Size koca bir ülke vermedim, evlatlarım da demedim,
Boyun eğmekle yükümlü değilsiniz bana.
Onun için, bu korkunç eğlencenizi bozmayın benim için,
Yağdırın üzerime neniz varsa!
Burada bir fırtına tanımı yoktur, ama Lear'in şiirinde fırtınanın sesi, kendi vardır; nazmın müziği ve seyredenin imgelemine yönelen özelliği dramatik bir biçimde fırtına atmosferini yaratır. Bu sahnedeki şiir de, birçok sahnede olduğu gibi, yalnızca öyküyü geliştirmez, aynı zamanda sahne efektlerini gerektirmeyecek bir fırtına duygusunu getirir. Manzum dramda şiirin oyun üzerindeki denetimi büyüktür. Bu şiir, sahne üzerinde, bir hareketi gerektirmeden bir durumun yoğunluk derecesini azaltıp çoğalttığı gibi, bir karakterin ruhsal durumunu da seyirciye gösterebilir.
Lear, tiradına "Uğuldayın rüzgârlar uğuldayın!" diye coşkun bir karşı duruşla başlar ve bu coşkunluk yavaş yavaş durularak onun çaresizliğini gösteren dizelerle son bulur:
İşte kölenizim artık, zavallı, düşkün, dermansız
Ve hor görülen bir ihtiyarım.
Gök gürültüsü ve fırtınanın uğultuları ile başlayan tirad, Lear'in çaresizliğine kadar iner. Biz ise bu duyguya, yazarın oyun içindeki açıklamaları ile değil, şiirin itici devinimi içinde, her sözcüğe verdiği ölçü ve ses denetimi ile yöneliriz.
Shakespeare, daha oyunun başlangıcında Lear'in karakterini verir. Lear topraklarını paylaştıracaktır, ama bundan önce kızlarından, ona olan sevgilerini açıklamalarını ister. Bu adeta bir güzel konuşma yarışmasıdır. O, büyük kızları
Goneril ile Regan'ın abartılı sözlerindeki ikiyüzlülüğü sezemez. Küçük kızının dürüstlüğünü ve yalınlığını sezecek durumda da değildir. Bunun için, sözlerini yeterli bulmadığı küçük kızına topraklarından pay vermez ve onu reddeder.
Lear'in çevresinde olup bitenleri göremeyecek kadar bencil ve kendine dönük oluşu bile, onun bu tutarsızlığını bağışlatamaz.
1 comment