Küçücük ayaklarıyla yumuşak, soğuk çamurlara basıyor. Çamur, o bastıkça tabanları altından yanlara kaymaktadır. Ve rüzgâr… Çalılara takılıyor, çalılar giysisini yırtıyor, benim kahverengi iç etekliğimi yırttıkları gibi. Ama onun giysisi yok ki…"

"Kuşkusuz Fartruper meyve bahçesinde ceviz olmalı, Vilborg Pazarı'na gönderilen bütün cevizler… Acaba Ane'nin diş ağrısı geçti mi? Tanrı bilir… Hayır Brunhilde! Yabanıl at ipini koparıp kaçtı. Brunhilde ve Kriemhilde… Kraliçe Kriemhilde erkeklere el işareti yapar, sonra da arkasını döner gider."

"Erkekler, Kraliçe Brunhilde'yi sürükleyerek getirirler; gümrükteki Bertel gibi uzun kalın kollu, bayağı ve yağız bir herif de onun kemerini yakalayarak koparır. Pelerinini, iç giysilerini soyar ve siyah yumruklarıyla beyaz, yumuşak kollarındaki altın bileziklerini sıyırır."

"İri yapılı, yarı çıplak, esmer, kıllı bir herif de, kıllı kollarını onun vücuduna dolar; kaba, kocaman ayaklarıyla, ayaklarındaki sandalları çiğner ve Bertel, uzun siyah buklelerini koluna dolayarak kraliçeyi alıp sürükler. Kadın iki büklüm olmuş, onun ardından yürür ve iri adam terli avuçlarını kadının çıplak sırtına dayayarak onu ileri iter. İleri, homurdayan yağız aygıra doğru… Ve adamlar onu caddenin esmer tozunun içine fırlatır, atın uzun kuyruğunu da ayak bileklerine bağlarlar."

Alnında yeniden çizgiler belirdi ve uzun zaman kaldı. Başını salladı. Gittikçe daha üzgün görünüyordu. Sonunda gözlerini açtı. Biraz doğruldu, yorgun ve neşesiz, çevresine bakındı.

Sivrisinekler şerbetçiotu budaklarının arasındaki deliğin önünde dans ediyorlar ve bahçeden dalga dalga kıvırcık nane ve melisaların, ara sıra da anason ve rezenelerin kokusu geliyordu. Küçük, oynak, sarı renkte bir örümcek, kızın elinin üzerinde oynayarak koştu ve sıranın üstüne sıçramasına neden oldu. Kız kapıya doğru yürüyerek yukarda dal örgüleri arasında duran bir güle uzandı ama erişemedi. Sonra dışarı çıktı, yaban güllerini dermeye başladı. Gülleri derdikçe gayreti arttı, çok geçmeden eteği bütünüyle güllerle dolmuştu. Bunları çardağa taşıdı ve masaya oturdu. Getirdiği gülleri birer birer kucağından alıyor, yan yana, sık bir sıra halinde masanın taşı üstüne diziyordu. Taş, çok geçmeden soluk kırmızı, kokulu bir halıyla örtüldü.

Son gülü almıştı. Eteğinin kırmalarını düzeltti. Giysisinin yün liflerine takılmış, kopmuş gül taçlarıyla yeşil yaprakları yere sıyırdı ve elleri arkasında, oturdu; gülden örtüyü seyretmeye başladı.

Gölge ve ışıklar içinde kıvırcıklanan, beyazdan kırmızıya doğru koyulaşan ve hemen hemen donuk koyu pembeden açık leylak rengine kadar mavileşen renk tonları, havada oynaşırcasına gelip gidiyordu. Her bir çiçek tacı tatlı bir yuvarlaklıkla kabarmış, gölgedeyken yumuşamış, ama ışıkta güç ayrımsanan binlerce kıvılcım ve alevcikle damarlarındaki tatlı gül kanıyla dolgunlaşmış, bunları teninin üstüne dağıtmıştı. Sonra da çiçeklerin çanak diplerinde mayalanan kırmızı çiçek balının sürükleyici buğusu, o tatlı, yoğun koku…

Kol yenlerini çabucak sıvadı. Çıplak kollarını güllerin yumuşak, tatlı serinliğine daldırdı. Yaprakları kopup yerlere dökülen gülleri iyice karıştırdıktan sonra yerinden fırladı, masanın üstünde ne varsa bir el devinimiyle süpürdü ve yenlerini düzelterek dışarı çıktı. Yanakları alev, ivedi adımlarla dar yollarda bir aşağı bir yukarı dolaştı; sonra yavaş yavaş bahçe duvarını izleyerek caddeye çıktı.

Burada avlu kapısının hemen önünde bir ot arabası devrilmiş, yolu kapamıştı. Öteki arabalar da arka arkaya dizilmiş, gidemiyorlardı. Baş kâhya, arabacıyı koyu renk bir sopayla dövüyor, sopanın cilalı yüzü güneşte parlıyordu.

Sopa vuruşlarının çıkardığı sesler çocuk üzerinde korkunç bir etki yaptı. Kulaklarını tıkadı ve hızla avluya çıktı. Mahzenin kapısı açık duruyordu.