Sonunda bir sabah çevrede isteği dışında yağma yapan birkaç uşağı ipe çektirmek isterken, Sternbald ile Waldmann dikkatini bunun üzerine çekmeye karar verdiler. Son bildirisini çıkarttığı zamandan bu yana âdet edindiği üzere alayla idam yerinden dönerken, halk ürkek ürkek iki yana çekiliyordu: Kırmızı deriden bir yastık üzerine konmuş, kabzası altın işlemeli bir Cherub kılıcı önünde taşınıyor, on iki uşak da meşalelerle arkasından gidiyordu. Bu sırada Sternbald ile Waldmann kılıçları koltuklarının altında olarak bildirinin yapıştırılmış olduğu sütunun çevresinde Kohlhaas’ın dikkatini çekecek biçimde dolaştılar. Kohlhaas, elleri arkasında, derin düşüncelere dalmış olarak büyük kapının altına geldiği zaman, gözlerini kaldırdı ve şaşkınlıkla irkildi; uşakların, onu görünce, saygıyla geri çekilmeleri üzerine, onlara dalgın dalgın bakarak sık adımlarla sütuna yaklaştı. Kendisini haksızlıkla suçlayan bu bildirinin altında tanıdığı adların en aziz ve saygıya layık olanını, Martin Luther’in adını görünce, ruhundan neler geçtiğini kim betimleyebilir? Yüzü kıpkırmızı kesildi; miğferini çıkararak kâğıdı başından sonuna kadar iki kez okudu, dalgın bakışlarla, sanki bir şey söyleyecekmiş gibi uşakların yanına döndü, ama bir şey söylemedi; kâğıdı duvardan kopardı, onu bir kez daha okudu ve bağırdı: “Waldmann, atımı eğerle!” Sonra: “Sternbald, sen de arkamdan saraya gel.” dedi ve kayboldu. Onu, içinde bulunduğu kargaşadan birdenbire ayırmak için bu sözler yeterli geldi. Thüringenli bir arazi simsarı giyimine büründü; çok önemli bir iş yüzünden Wittenberg’e gitmek zorunda olduğunu Sternbald’a söyledi, uşaklardan ileri gelen birkaçının önünde Lützen’de kalan yardımcılarının yönetimini ona bıraktı. Üç gün sonra geri döneceğini belirtip bu zaman içinde hiçbir saldırı korkusu olmadığını söyleyerek Wittenberg’e yollandı.

Başka bir ad vererek bir hana indi ve gece olur olmaz abasını giyip belinde Tronkenburg’da ele geçirdiği birkaç tabancayla Luther’in odasına girdi. Kâğıtlar ve kitaplar arasında, rahlesinin önünde oturan ve bu acayip, yabancı adamın kapıyı açıp arkasından sürmelediğini gören Luther, ona kim olduğunu ve ne istediğini sordu. Şapkasını saygıyla elinde tutan adam, neden olacağı korkuyu önceden az çok kestirerek, kendisinin at tüccarı Michael Kohlhaas olduğunu söyler söylemez, Luther: “Defol, git!” diye bağırdı ve yerinden kalkarak bir çıngırağa doğru ilerlerken “Senin soluğun veba, yakınlığın yıkımdır!” dedi. Kohlhaas, yerinden kımıldamadan tabancasını çekerek “Sevgili efendim, eğer çıngırağa dokunursanız, bu tabanca beni cansız olarak ayaklarınızın önüne serer; oturun, beni dinleyin! Mezmurlarını yazdığınız meleklerin yanında bile benim yanımda bulunduğunuzdan daha güvende olamazsınız.” Luther oturarak: “Ne istiyorsun?” diye sordu. Kohlhaas: “Benim acımasız ve saldırgan bir adam olduğum yolundaki kanınızı düzeltmek” dedi. “Bildirinizde yüksek orunların işimden asla haberi olmadığını söylemişsiniz… Peki, bana açık bir yol bulun, Dresden’e gideyim, işimi ona sunayım!” Bu sözler üzerine biraz şaşırmış, biraz da dinginleşmiş olan Luther: “Seni uğursuz, iğrenç adam seni…” diye bağırdı, “soylu von Tronka’yı, kendi keyfi kararınla baskına uğratıp şatoda bulamayınca onu koruyan bütün bir kenti ateşe salıp, kana boyamak hakkını sana kim verdi?” Kohlhaas: “Hiç kimse efendim! Dresden’den aldığım bir haber beni sarstı ve kötü yola yöneltti! Sizin söylediğiniz gibi, ben bu toplumun dışına atılmış olmasaydım, insan topluluğuna karşı açtığım savaş, kötü bir davranış sayılabilirdi.” Luther ona bakarak: “Toplumun dışına atılmak mı?” diye bağırdı, “Aklına ne de saçma düşünceler dolmuş… İçinde yaşadığın devlet topluluğundan seni kim dışarıya atmış? Devletler var oldukça, her kim olursa olsun, bir kişinin devlet topluluğunun dışında kalması nerede görülmüştür?” Kohlhaas ellerini kavuşturarak: “Yasanın korumadığı kimseyi ben, devlet topluluğunun dışına atılmış sayarım” dedi; “çünkü işimin rahatça gelişmesi için onun korumasına gereksinmem vardır. Elde ettiğim her şeyle böylece korunabilmek için bu topluma girmiş bulunmuyor muyum; bu korumayı benden esirgeyen, beni yabanın vahşileriyle bir tutmuş sayılır ve böylece, siz de yadsıyamazsınız ki, nefsimi koruyacak silahı elime vermiş olur”. Luther: “Yasaların korumasını senden kim esirgedi…” diye bağırdı “Hükümdara gönderdiğin dilekçenin onun eline değmediğini sana yazmamış mıydım? Eğer memurlar ondan gizli, davalara bakmaz ya da haberi olmadan kutsal adıyla alay ederlerse, böyle memurlar seçtiği için Tanrı‘dan başka onu kim sorguya çekebilir? Ey ilençli korkunç adam, onu bu yüzden yargılamaya yetkin var mı?” Kohlhaas: “Peki” dedi, “hükümdarım beni toplumun dışında saymıyorsa, koruması altındaki topluma geri dönerim. Bir daha söylüyorum, Dresden’e özgürce gitmemi sağlarsanız, Lützen Sarayı‘ndaki yardımcılarımı dağıtır ve kabul edilmeyen davamı ülke mahkemesinde yeniden açarım.” Luther asık bir suratla masanın üstündeki kâğıtları birbirine karıştırdı ve sustu. Bu adamın devlet düzeni içinde takındığı bu dikbaşlı tavır canını sıkıyordu. At tüccarının Kohlhaasenbrück’ten soyluya gönderdiği uyarı yazısını düşünerek Dresden Mahkemesi’nden ne istediğini sordu. Kohlhaas: “Yasalara uygun olarak soylunun cezalandırılmasını, atların eski durumlarına getirilmesini, Mühlberg’de bize yapılan baskında ölen uşağım Herse ile benim uğradığımız zararların ödenmesini” diye yanıt verdi. Luther: “Zararların ödenmesi ha? Vahşice öç almak hırsıyla savaşmak için, senet ve rehin karşılığı, Yahudilerle Hıristiyanlardan toplamı binlere varan paralar aldın! Bunları da hesaba katacak mısın?” diye bağırdı. Kohlhaas: “Asla!” dedi. “Ne malımı mülkümü, ne eski gönencimi, ne de karımın gömülme giderlerini isterim. Herse’nin yaşlı annesi, onun tedavisi için harcadığı paranın hesabıyla, oğlunun Tronkenburg’da uğradığı zararların neler olduğunu gösterir listeyi getirecek; benimse yağızlarımın satılmamasından doğan zararımın saptanması için hükümet bilirkişi atayabilir.” Luther dik dik ona bakarak: “Kudurmuş, korkunç, anlamsız adam! Kılıcınla soyludan akla gelebilecek en korkunç öcü aldıktan sonra, onu bu kadar az üzecek, az zarara sokacak bir yargının elde edilmesinde diretmenin sebebi nedir?” Yanaklarından aşağı bir damla yaş yuvarlanan Kohlhaas: “Efendim”, dedi “bu iş bana karıma mal oldu: Kohlhaas onun haksız bir işin izlenmesi uğrunda ölmediğini dünyaya göstermek istiyor. Siz benim bu yoldaki isteğime uyun, bırakın kararı mahkeme versin; tartışmaya neden olacak bütün başka şeylerde ben size uyarım.” Luther: “Bana bak! Her ne kadar halkın kanısı böyle değilse de, isteklerinde haklısın. Öcünü kendi elinle almaya kalkışacağına, davanı hükümdarın kararına sunabilmiş olsaydın, dileklerinin noktası noktasına yerine getirileceğinden kesinlikle eminim. Her şeyi iyi düşünerek soyluyu Mesih için bağışlayıp yağızlarını sıska, zayıf, bulduğun gibi üstüne binerek beslemek için Kohlhaasenbrück’teki ahırına götürsen daha iyi etmez miydin?” Kohlhaas pencerenin önüne geçerek: “Olabilirdi” dedi, “Olabilirdi, olamazdı da! Onları karımın kalbinden akan kanla canlandırmak zorunda kalacağımı bilir miydim? Olabilirdi efendim, dediğiniz gibi yapabilir ve bir kürek yulafı esirgemeyebilirdim! Fakat madem onlar bir kez bana böyle pahalıya mal oldular, bence artık iş bulunduğu yolda gitmelidir: Bırakın hakkım olan yargı verilsin ve şövalye yağızlarıma kendi eliyle yem versin”. Luther bazı düşüncelerle kâğıtlarını yeniden karıştırırken, Elektör Prensle kendisi için görüşmek istediğini, ancak bu sırada Lützen Sarayı‘nda sessizce oturmasını, hükümdar onun Dresden’e özgürce gitmesine izin verirse, durumu kendisine bildiriler yapıştırmak yoluyla haber verebileceğini söyledi. Kohlhaas elini öpmek için eğildiği zaman “ancak” diye konuşmasını sürdürdü, “Elektör Prens’in bu iyiliği yapıp yapmayacağını bilmiyorum; çünkü işittiğime göre bir ordu toplamış ve seni Lützen Sarayı‘nda yakalamayı tasarlamaktaymış. Fakat, önce de söylediğim gibi, ben senin için elimden geleni esirgemeyeceğim.” Bundan sonra ayağa kalkarak gidebileceğini anlattı. Kohlhaas, aracılığının kendisini bu sorunda yatıştırdığını söyledi.