Falan zamanda falan adama falan kimseler tarafından haksızlıklar edildiği ve onun buna karşı nasıl bir tavır takındığı yazılıydı. Kleist, bu kişilerin her birine kendisine uyan birer kişilik ve bir çevre verdi; böylece insansal bir çevre yarattı. Gerçek öykünün yazarı, yalnızca olayları öykülemek istiyordu; oysa Kleist, onların nasıl ve hangi nedenden dolayı olduklarını göstermeye çalıştı.

Kleist, kaynağı düzenleyip kişilikleri belirtince, öyküyü keskinleştirme gereksinimini duydu. O, üzüntüleri, kişilikleri, çevreyi, hatta adı bile keskinleştirdi; Öykücünün herhangi bir Hans’ı yerine yazar -savaşımcı başmeleğe benzeterek-Kohlhaas’a “Michael” adını verdi. Kleist’ın Kohlhaas’ı iyi işlerde olduğu gibi kötülerinde de, öyküdeki Kohlhaas’tan çok daha güçlü, öfkeli bir kimse, tepeden tırnağa kadar tam bir insandır. Öykünün Kohlhaas’ı öfkelenen ve öç almak isteyen, böylece yarı isteyerek, yarı istemeyerek ama zorunlu kalarak cinayetlere sürüklenen ve haydutbaşı olan, ancak herhangi bir ilkeye bağlı bulunmayan bir adamdı. Kleist’ta ise at tüccarı, her şeyden önce keskin bir istem gücüyle hakseverliği en yüksek noktaya vardıran bir kahraman (bkz. Herse ile konuşması), adalet duygusu bağnazlık düzeyine varan bir insandır; yazarın kaynak olarak aldığı yapıtta soyluların kabalıkları, her türlü hile ve kötü davranışları hep raslantısal olarak gerçekleşmekteydi; Michael Kohlhaas’ta ise suçsuz at tüccarının çevresini hile ve utandırıcı kötülüklerden bir zincir almış, iblisliklerden örülmüş bir ağ sarmıştır.

Kleist bütün yollara başvurarak bu öykünün gerçek olduğunu anlatmak istiyordu. Bu yolların başında yapıtın adı altındaki “Eski bir gerçek öyküden” yazısı gelir. “Adına Kohlhaas bildirisi denen bildiri”den söz etmesi, “karşılaştırıp bilgi verdiğimiz gerçek öykülerin bir noktada birbirinden ayrıldıkları“ndan söz açması ve yapıtın sonunda “ayrıntıları tarih kitaplarında okunabilir” demesi, yazarın bu öyküyü elinden geldiği kadar, gerçekten olmuş gibi göstermek için çaba harcadığının birer kanıtıdır. Kleist, bazı noktalarda kaynağın fazla açıklama vermediğini, eksik bilgi sahibi olduğunu, ne yapmak gerektiğini bilmediğini anlatmak ister gibidir. Fakat öte yandan en gizli şeylerden, örneğin Kohlhaas’ın kafasında kurduğu planlardan söz etmektedir. O, yapıtında zamanın havasını verir; hele Luther ile konuşma sahnesinde bu konuda çok başarılıdır. Bununla birlikte öteki yapıtlarında olduğu gibi, fazla düşünmeden yazdığı için olacak, Kohlhaas’ta da birçok tarih yanlışına (anachronisme) raslanır: “… geriye kalan küçük serveti kâğıt olarak yanında olduğu halde…”, “niyeti Hamburg’a, oradan gemiye binip doğuya, Doğu Hindistan’a… gitmekti”, “Hamburg Bankası”… Bütün bunlar on altıncı yüzyılda yoktu.

Yazar, çağdaşlarının sağlam kişilikli Johann Friedrich diye adlandırdıkları Saksonya Elektör Prensi’ni nedim ve nedimelerle çevrilmiş göstermektedir; böylece Kleist, Saksonya Elektör Prensi’ne haksızlık etmiş olmaktadır. Fakat yazarın düşüncesine göre, Elektör Prens bunu görünür duruma getirmektedir; çünkü hükümdarlık görevini iyi kullanamaz, hatır gönül tanır. Tarihi karıştırdığımız zaman, bu olayların oluşu sırasında Saksonya Elektör Prensi’nin yüksek kişilikli Johann Friedrich olduğunu görürüz. Öyleyse Kleist’ın Saksonya hükümdarını bu biçimde alçaltmasındaki neden nedir? Bunu anlamak için yazarın Napoléon hayranlığı üzerine düşündüklerine bir göz atalım.

Kleist’in gözünde Napoléon hayranlığı “savaşta beni alt edip çamur ve pislik içine atan; yüzüme ayağını basan adamın ustalığına hayran olmam” kadar alçaklıktır. İşte bu nedenle o, Napoléon ile anlaşma yapan Saksonya hanedanına karşı büyük bir nefret duymakta ve gerçekten olmuş gibi göstermek istediği öyküsünde, Saksonya hükümdarının kişiliğini değiştirerek onu düşkün birisi gibi göstermeye çalışmaktadır. Berlin’de, vicdanlı bir mahkeme önünde Kohlhaas ölüm yargısı giydiği zaman, Kleist şöyle yazar: “Halk, Elektör Prens, Kohlhaas’a sevgi duyduğu ve acıdığı için, bunu hemen kesinlikle uzun ve güçlüklerle dolu bir hapis cezasına dönüştürecek diye umuyordu.” Buna karşın ölüm yargısı yerine getirilir. Yazar bu sözlerle hakkı ve adaleti istediği gibi kullanan, kâh arkadaşlarını gözeterek at tüccarının yok olmasına neden olan, kâh kişisel çıkarı uğrunda onun kaçmasına yardım etmek isteyen Saksonya Elektör Prensi ile her zaman adaletin gerçek temsilcisi olan Brandenburg Elektör Prensi arasındaki derin ayrımı belirtmek istemiştir.

Kohlhaas; Brandenburg mahkemesinde yargılanır. Hak ve adaleti kurtarmak ve düzeni yeniden kurmak için birçok cinayet işleyen bu adam, cinayetlerinin karşılığını canıyla öder. Ölüme giderken at tüccarı hoşnut ve kaygısızdır; çünkü dünyada en büyük isteğine kavuşmuş, uğrunda kendini gözden çıkardığı hak ve adalet düzeni yeniden kurulmuştur. O artık dünyayla, kendi vicdanıyla, yani Tanrı ile barışmıştır. Böylece soylunun cezalandırılmasıyla ondan yalnızca hukuksal olarak özür dilenmiş olmaz, aynı zamanda Luther’in bir papazı elçi gönderip bir zamanlar ondan esirgediği kutsamayı saygılı bir biçimde vermesi ve bu yolla onu bütün dünya günahlarından arınmış saymasıyla, yüksek ahlaksal özür de dilenmiş olur. Çünkü Luther, bir rahip, ünlü reformcu olarak değil, cisimleşmiş vicdan, Tanrı‘nın armağan ettiği akıl, insansal ölçü olarak Kohlhaas’ın karşısına çıkar; onun sesi, at tüccarına geri dönmeyi buyuran Tanrı‘nın sesidir. Fakat o, Luther ile konuştuğu andan başlayarak inançlı olduğu halde fazla ileri gittiği için, geri dönemez. Böylece hak ve adalet duygusu çok güçlü olan bir adam, kendi hakseverlik duygularının kurbanı olur, satır altında can verir.



MICHAEL KOHLHAAS

(Eski bir gerçek yaşamöyküsünden)


On altıncı yüzyılın ortalarında Havel ırmağı kıyılarında, zamanının en haksever, aynı zamanda en korkunç adamı, Michael Kohlhaas adında bir at tüccarı yaşıyordu. Bir köy öğretmeninin oğlu olan bu garip adam, otuz yaşına kadar, yaşamını örnek bir yurttaş olarak geçirmişti. Hâlâ kendi adını taşımakta olan köydeki çiftliğinde, sanatıyla geçinerek dingin bir ömür sürüyordu; sevgili karısının doğurduğu çocuklarını da, Tanrı korkusuyla çalışkanlık ve bağlılık aşılayarak yetiştirmişti. Komşuları arasında onun hakseverliğini görmeyen kimse yoktu; kısaca, günün birinde, erdem yolunda aşırı derecede ileri gitmiş olmasaydı, dünya onun anısını saygı ile anacaktı.