Onun dilimize çevirdiğimiz Michael Kohlhaas adındaki bu öyküsünde de aynı şeyler görülmektedir. Yukarda gördüğümüz gibi, yazarın yaşamı karşıtlıklarla dolup taşar; o, yaşama isteğiyle ölüm isteği arasında bocalar. Kleist’ın ruhundaki bu karşıtlığı, Königsberg’de, Almanya’nın yenilmiş, çökmüş durumunu gördüğü sıralarda (1804) yazdığı ve Fransızlara karşı duyduğu kin ve nefreti belirten bu çok güçlüöyküsünde de görmekteyiz. Yazarın Fransızlara karşı duyduğu tiksinti ve nefret o kadar büyüktü ki, bütün Ren’in baştan başa paramparça Fransız cesetleriyle dolup taşmasını istiyordu. Bu tutkulu nefret coşması ancak Kleist’ın kükremiş ama yatıştırılmamış olan adalet duygusuyla anlaşılabilir. Kleist her şeye dayanabilir, fakat haksızlığa ve adaletsizliğe asla! İşte bu yüzden Michael Kohlhaas’a, yazarın haksızlığa, adaletsizliğe karşı duyduğu kin ve öfkenin bir anıtı gözüyle bakabiliriz.

Bu yapıtta geniş bir öç isteğiyle adalet duygusu bir karşıtlık içinde başabaş gider; Kohlhaas, kendisinden zorla alınan hakkını aramak için, yaralanmış olan adalet duygusundan dolayı katil olur çıkar.

Brandenburglu bir at tüccarı olan Michael Kohlhaas, Tanrı‘dan korkarak basit ve haksever bir yaşam sürmektedir. Günün birinde atlarından ikisini Saksonya soylularından biri alır ve çok kötü hırpalar. Kohlhaas mahkemeye başvurur; fakat akraba oldukları için, soyluların birbirlerini korumasından dolayı hakkını alamaz; üstelik can sıkan bir yaratık diye nitelenir, çok sevdiği karısını da bu uğurda yitirir. Bundan sonra, hakkını aramak için başına adamlar toplar ve Luther zamanının azılı bir haydudu olur; adil bir mahkeme önünde hakkını alınca, yaptığı haydutluklar yüzünden, darağacında hoşnut ve içi rahat olarak can verir.

Kleist, bu öyküsünde insana hoş vakit geçirten dış olayları değil, insanın davranış biçiminde bir değişme yaratan ruhsal olayları işlemiştir. Bu öykü ahlak, hak ve adalet ülküsü üzerine kurulmuştur. Bunu yapıtın hemen başlangıcındaki şu sözlerden anlayabiliriz: “Adalet duygusu, Kohlhaas’ı bir haydut, bir katil yaptı.”

Bu yapıtta göze çarpan ahlak ülküsünün kaynağını, Kleist’ın en çok sevdiği yazar Rousseau’nun düşüncelerinde aramak doğru olur. Rousseau, Contrat social (“Toplum Sözleşmesi”) adlı yapıtının birinci kitap, altıncı bölümünde şöyle der: “Her üyesinin kişiliğini ve mallarını var gücüyle savunan ve koruyan bir toplum biçimi bulmak: öyle bir toplum biçimi ki her üye, diğerlerine bağlanmakla birlikte, yine de yalnızca kendisine boyun eğsin ve eskisi kadar özgür kalsın.” İşte Toplum Sözleşmesi’nin çözdüğü ana sorun budur. Bu sözleşmenin yargıları, sözleşmenin niteliğine bağlı olduğu için, en ufak bir değişiklik onları anlamsız ve etkisiz kılar; öyle ki, her ne kadar bu yargılar hiçbir zaman kesin olarak söylenmemişse de, her yerde birdirler, her yerde dolaylı olarak tanınmışlar ve kabul edilmişlerdir. “Fakat bu toplum sözleşmesi bir kez bozuldu mu, her üye yeniden ilk haklarını elde eder ve anlaşmaya bağlı özgürlüğe karşılık o zamana kadar vazgeçmiş olduğu doğal özgürlüğüne yeniden kavuşur”.

İşte Kohlhaas için de bu toplum sözleşmesi bozulmuştur; onu artık topluluğun yasaları korumamaktadır, Kohlhaas kendisini topluluğun dışına atılmış saymaktadır. Bunu Luther ile konuşmasından öğreniyoruz. At tüccarı; “Yasanın korumadığı kimseyi ben, devlet topluluğunun dışına atılmış sayarım” sözleriyle kendini Luther’e karşı savunur. Fakat o, ilk ve doğal haklarını hemen ele almaz; araştırıp soruşturur, vicdanının tartısında olayları tartar: Tanrı‘dan korktuğu için, en küçük bir haksızlık yapmaktan aşırı ürkerek uşağı Herse’yi inceden inceye sorguya çeker; dilekçelerle Dresden hükümetine başvurur; dilekçelerine olumsuz yanıt aldığı zaman Saksonya Elektör Prensi’ne gönderdiği sevgili karısını korkunç bir biçimde yitirince, artık kendisini her bakımdan özgür sayar. Ancak sürekli haksızlıklara dayanacak gücü kalmadığı zaman, ancak o zaman silaha sarılır, bir haydut kesilir. Çünkü o vakit at cambazı, bir mahkeme kürsüsü önünde değil, kendi vicdanının kürsüsü önünde artık yargısını vermiştir. İşte şimdi Kohlhaas, Rousseau’nun Toplum Sözleşmesi’nde belirttiği doğal özgürlüğe kavuşmuştur. Bu duruma düşen, ilk özgürlüğünü yeniden kazanan Kohlhaasenbrücklü at tüccarı kendisine verilmeyen adaleti, kendi eliyle alabilir; bunun için kendinde hak bulmaktadır. Ancak bu anlamda “toplum sözleşmesi bir kezbozuldu mu, her üye yine ilk haklarını elde eder” düşüncesi bütün öykünün ruhunu oluşturur.

At tüccarı için kendisine haksızlık eden Saksonya Elektör Prensi’ne ceza vermek, özgürlük ve yaşama kavuşmaktan daha çok yeğlenmeye değer; bu yüzden de soylu von Stein’ın bir sınır kasabasında sunduğu özgürlük fırsatını geri çevirir. Von Stein bunu nasıl kavrayamazsa, insanın iki cılız yağız at uğruna yaşamını tehlikeye atıp böyle korkunç şeyleri nasıl yapabileceğini de Luther bir türlü anlayamaz.

Kleist, Michael Kohlhaas’ın serüvenini barok dönemin bir gerçek yaşam öyküsünden, Peter Haufftiz adında birinin 1731 yılında bir dergide basılmış olan bir öyküsünden öğrenmişti. Sanıldığına göre, yazarın dostu Pfuel, ona Haufftiz’in Hans Kohlhaas adlı gerçek yaşam öyküsünü göstermiş, bu konudan bir tragedya yaratmasını istemiştir. Kleist’a kaynaklık eden bu öyküde, aslında akıllı uslu bir adam olan Hans Kohlhaas, soyluların büyüklenmelerinden dolayı onlardan öç almaya kendinde hak gördüğü için, korkunç suçlar işler ve bu yolda ölçüsüz davrandığından ötürü en sonunda yok olup gider.

Bu konu, öyküde, kayıtsız ve tutkusuz, yalnızca ahlak kurallarını öğreten bir biçimde anlatılmış yalın, acıklı bir konuydu. Bu konudan iyi bir yapıt çıkacağı Kleist’ın aklına yattı; hemen yazmaya başladı. Kleist, kaynaktaki dağınık olayları bir araya getirmiştir. Yapıtta talihsiz at cambazının gördüğü işler, çektiği acılar bir zincirin halkaları gibi birbirine girmiş olarak görülür. Öyküdeki bütün kişilerin (soyluların, yargıçların, memurların, Elektör Prenslerin, hatta Luther’in) özyapılarının çözümlenmesine Kohlhaas’ın talihiyle ilgili oldukları oranda önem verilmiş ya da verilmemiştir. Haufftiz’in öyküsünde birinci planda gelen bu kişiler, romanda ancak Kolhhaas’la ilgileri oranında ele alınmışlardır.

Kaynakta yalnızca adlarla olaylar vardı; kişiliklere yer verilmemişti.