Soyluya: “Efendim, bu yağızları bundan altı ay önce yirmi beş guldene almıştım; verin bana otuz gulden, sizin olsunlar!” dedi. Soylunun yanında duran iki şövalye atların bu değerde olduğunu kabul etti; fakat soylu doruyu alabileceğini; ancak yağızlar için hiç de para vermek niyetinde olmadığını söyledi ve gitmeye davrandı. Bunun üzerine Kohlhaas gelecek sefer beygirleriyle buradan geçerken belki kendisiyle alışveriş yapabileceğini bildirdi, soyluyla esenleşti ve gitmek için atının gemini yakaladı. Bu sırada şato kâhyası kalabalıktan ayrılıp ona pasaportsuz asla yolculuk yapamayacağını söyledi. Kohlhaas, soyluya dönerek, bütün işini berbat edecek olan bu isteğin doğru olup olmadığını sordu. Soylu, giderken, şaşkın bir çehreyle şöyle yanıt verdi: “Evet Kohlhaas! Pasaport almak zorundasın. Kâhya ile konuş, sonra yoluna git!” Kohlhaas, başka illere at çıkarılması hakkındaki yönetmeliklere asla karşı koyma düşüncesinde olmadığını söyledi; Dresden’den geçerken orada dışişleri dairesinden bir pasaport alacağına söz verdi ve böyle bir istekten hiç haberi olmadığı için bu seferlik geçip gitmesine izin verilmesini rica etti. Fırtına yine başladığı ve rüzgâr kuru, sıska vücuduna işlediği için soylu: “Haydi!” dedi, “bırakın şu miskini gitsin, siz de gelin!” Döndü, şatoya gitmek istiyordu. Kâhya, soyluya dönerek, hiç olmazsa borcunu kesinlikleödemesi için cambazın bir rehin bırakmasını önerdi. Soylu şato kapısının önünde yine durdu. Kohlhaas yağız atların rehini olarak ne kadar para ya da eşya vermesi gerektiğini sordu. Vekilharç, sözcükleri ağzında geveleyerek, yağız hayvanların bırakılmasını istiyordu: “Kesinlikle en uygun olan biçim budur, diyordu, pasaportu sağlar sağlamaz, onları istediği zaman derhal geri alabilir.” Böyle hayasızca bir istekten dolayı çok kızmış olan Kohlhaas, soğuktan uzun gömleğinin eteklerini vücuduna saran soyluya, yağızları satmaya götürdüğünü söyledi; fakat o anda güçlü bir rüzgâr büyük bir yağmur ve dolu kütlesini kapıdan içeri püskürttüğünden soylu soruna bir son vermek üzere: “Eğer atları burada bırakmak istemiyorsa, onu, gerisin geriye sınırın ötesine defedin!” diye bağırdı ve gitti. Burada zorbalığa karşı koyamayacağını anlayan at cambazı, yapacak başka bir şey kalmayınca, bu isteği kabul etmeye karar verdi; yağız hayvanların takımlarını çözdü ve onları kâhyanın gösterdiği ahıra götürdü. Hayvanların yanına uşaklarından birini bıraktı, ona para vererek kendi dönüşüne kadar atlara dikkat etmesini öğütledi ve henüz cambazlığın yeni yeni ilgi gördüğü Saksonya’da gerçekten böyle bir kural olup olamayacağını düşüne düşüne, geriye kalan sürüyle Leipzig’e, panayıra doğru yollandı.

O, ülkenin küçük pazarlarına hayvan götürerek ticaret yapardı. Bunun için de Dresden’in dış mahallerinden birinde birkaç ahırlı bir ev almıştı. Oraya gelir gelmez hemen kolluk yönetimine gitti ve içlerinden birkaçını tanıdığı yazmanlardan, kendisinin de önceden düşündüğü gibi, pasaport konusunun yalnızca bir masal olduğunu öğrendi. Bu olaya canları sıkılan yazmanlar, isteği üzerine, kendisine işin haksızlığını gösterir bir belge verdiler. Kohlhaas, sıska soylunun bunu yapmakla ne elde etmek istediğini pek anlayamadığı halde, gülümsedi. Yanında bulundurduğu at sürüsünü birkaç hafta içinde kazançla sattı ve gönlünde dünyanın genel yoksulluğunun kendisine verdiği acıdan başka hiçbir acı duygu olmadan Tronkenburg’a döndü. Elindeki belgeyi şato kâhyasına gösterdi. Kâhya, cambazın “artık atları alabilir miyim?” sorusuna karşı, fazla söze gerek görmeden, gidip onları aşağıdan almasını söyledi. Fakat Kohlhaas avludan geçerken hoşa gitmeyen bir olayı öğrenmişti: Söylediklerine göre, buraya bıraktığı uşak, uygunsuz davranışlarından dolayı, birkaç gün sonra dayak yemiş, Tronkenburg’dan kovulmuştu. Bu haberi kendisine veren delikanlıya, uşağın ne yaptığını ve o gittikten sonra atlara kimin baktığını sordu. Delikanlı hiçbir şey bilmediğini söyledi; yüreği kuşkularla dolup taşan tüccara, hayvanların bulunduğu ahırı açtı. İyi beslenmiş, parlak tüylü iki yağız atın yerinde bir çift sıska, cılız beygir görünce cambazın şaşkınlığı pek büyük olmuştu: üstüne öteberi asılabilecek çengel gibi kemikler, hiçbir özen ve tımar görmemiş, gelişigüzel düğümlenmiş yele ve saçlar: hayvanlar ülkesinde yoksulluğun gerçek bir örneği. Atların bitkinlikten zor kişnediklerini gören Kohlhaas, pek fazla kızdı ve hayvanların başına neler geldiğini sordu. Yanında duran genç, başlarına hiçbir kaza gelmediğini, gereken yemi aldıklarını, fakat yalnızca, hasat zamanı olduğundan öküze gereksinim olduğu için bir parça tarlalarda kullanıldıklarını söyledi. Kohlhaas, bu soysuz ve düzenci zorbalığa sövdü; fakat bir şey yapamayacağı için öfkesine egemen olarak, atlarıyla bu haydut yuvasından ayrılmaya hazırlanırken, konuşmaları işiterek oraya gelen kâhya, gürültünün nedenini sordu. Kohlhaas: “Ne mi var?.. Tronka soylusuyla yardımcıları, yanlarında bıraktığım atları tarlada çalıştırmak için kimden izin aldı?..” diye yanıt verdi ve ekledi: “Bu, insanca bir iş midir?” Bitkin beygirleri bir değnek sürtmesiyle kımıldatmaya çalıştı: Kımıldamadıklarını kâhyaya gösterdi.